Arza Düşen Adem

Yakup Karahan

Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.

Adamın, köyün ufkunu kaplayan dolunayın parlak sathında belirdiğini gören ilk kişi, yatsı ezanını okumak için minareye çıkan Kekeç Müezzin’di. Ömrühayatında ezan ve kamet dışında tek kelime olsun sökememiş olan bu âdem, sağ elini şakağına götürürken, tan ve gurup dışında kayda değer doğa hadisesinin pek yaşanmadığı köyün semasında, nazlı bir telek gibi süzülen adamı gördü. Ezanı ürperti veren makamlarla terennüm ettikten sonra, şerefeye kurulu döşeğine uzanmak yerine, en az bu garabet kadar şaşırdığı bir sevk-i tabiiyle sela okumaya başladı.

O esnada köyün yüz on sekizinci ferdi olan ve eceliyle ölüp mundar gitmek tehlikesi bulunan ihtiyar öküz, arık etine tamah eden kasabın bıçağı önünde böğürüyordu. Zaman mefhumu kadar ses hadisesinin idraki de verilen ehemmiyet nispetinde mümkün olduğundan, ahali selaya değil, öküzün sesine dikkat kesilmişti. Zira ödeme günü geldiğinde, öküzünün can çekiştiğini gören hayvan sahibinden alacaklarını taze etle tahsil edeceklerdi. Yalnızca, doğarken anasından, kırkı çıktığı gün babasından, aklı ermeye başladığı vakit de, amcalarının ketenperesiyle, evinden olan ve o gün bugündür camiin köşesindeki maksurede sabahlayan Şemsi, dondurmayı ekmeğe katık ederek karnını doyurduğu rüyasından uyanıp Müezzin’e kulak verdi.

Sela, dışarıda iyiden iyiye ayyuka çıkan hayhuy arasında son bulunca, vaziyeti öğrenmek maksadıyla alemi bulutlara değen minareye tırmandı. Kekeç Müezzin, Şemsi’nin hıçkırığa benzettiği bir çabayla dua ediyordu. Bir noktaya sabitlediği gözleri kâh yerinden uğruyor kâh görüşünü keskinleştirmek için kısılıyordu. Şemsi bir an yüzleşmekten korktuğu şeyin merakıyla ikilemde kalsa da, sonunda başını o noktaya çevirdi. Ay dedenin göz pınarından kopan bir damla yaş, ağır ağır yanağından aşağı süzülüyordu sanki. Müezzin, eliyle yüzünü sıvayıp, kafasını çırpa çırpa amin demeye çalışarak yatağına girdi.

Şemsi, bir müddet daha adamın dönerek, perende atarak süzülüşünü izledi. Bir solukta camie inip, yastığının altındaki ırakgöreni kaptığı gibi tıknefes yukarı çıktı. Körpe söğüt gövdesinden yekpare çıkarılan kabuğa birkaç şişe dibi yerleştirerek icat ettiği ırakgöreni dolunaya doğrulttu. Nefesi göğsünde biriktiğinden vücuduyla birlikte görüntü de sarsılıyordu. Bunun yanında, çıplak gözle gördüğünden bu sefer bir iki misli büyük görünen adamın yuvarlanarak düşerkenki neşvesi ayan beyan seçiliyordu. Güya mesafeyi azaltmak için, karnını şerefeye dayayıp ileri eğildi. Adam devasa bir kavanozun içinde, tayin edilmesi çok zor bir süratle arza doğru yol almaktaydı. Şemsi’nin o an aklına, bu ırakgörenin tek camlı olanından imal ettiği dürbünü bir mızrağa bağlamak geldi. Böylelikle silahını, hedefe aldığı hayvana daha kolay isabet ettirebilirdi. Tabii eğer bu konserve mahluk köyüne bir felaket getirmezse mümkün olacaktı bu.

Ayın yüzündeki adam bulutların arkasında gözden yitince, Şemsi kendine türlü çeşitli fenalıkları reva gören köyünü seyretmeye başladı. Aşağıda alacaklarını etle tahsil ederek evlerine dönenlerin, hayvanın ahırı önünde sıra bekleyenlerin ve etleri alan kişilerin eşiğin iç tarafındaki, borcunu işaret eden, çeltikleri silip silmediklerini kontrol eden borçlu hayvan sahibinin telaşesi devam ediyordu. Bu usul, köye ilk yerleşen kişiler tarafından, yanlarında getirdikleri son paraların da kullanılmaz hâle gelmesiyle oluşturulmuştu. Temelde veresiyeyle kolaylaştırılmış bir takasla ödeşme işlemine dayanıyordu. Köy ve çevresindeki nimetler oldukça kıt, köylülerin zarureti de haddinden ziyade olduğu için, banilerine rahmet okunmaktaydı.

Herkes ihtiyacını birbirinden karşılar, alacaklı ile borçlu tahsilat için bir gün kararlaştırır, bu borç her ikisinin de eşiklerinin iç tarafına, her ailenin kendine özgü mürekkebiyle işlenir, ödeme günü borç kapandığındaysa aynı mürekkepler kullanılarak işaretler silinirdi. Görünürde borç yüzünden oluşan mağduriyetlere set çektiği düşünülse de, bazı zamanlar, alacaklının borcuna karşılık seçtiği eşyalar, borçlunun canını yakacak cinsten olduğu için insafı zorlayan manzaralar ortaya çıkabiliyordu.

Bu çeşit hadiseleri suhuletle çözecek merci ya da irade ortadan kalkalı uzun yıllar olmuştu. Yoksa köyün ilk sakinleri, bu yeni ve medeniyetten azade kalan diyarda asayiş ve nizamı sağlayacak bir mekanizma tesis etmişlerdi. Gelgelelim o müesseseden şimdi berdevam olan tek unsur, olaylara müdahale etmek yerine gördüğünü olur olmaz ispiyon eden bir bekçiydi.

Zaten köyde ne yapılmışsa bu ilk sakinlerce yapılmıştı. En başta, minaresi bin adım ötedeki ladin ormanının ardından bile görülen bir cami inşa edilmişti. O kadar muazzam bir yapıydı ki bu, neredeyse köyün şu anki yerleşimi kadar geniş bir sahaya sahipti. Gelin görün ki bayramı seyranı, cumayı istişareyi, Ramazan’ı teravihi unutmuş bu köyde, içi Şemsi’ye bark, minaresi Kekeç’e uzlethane olup kalmıştı.

Unutulan şeyler bunlarla mahdut değildi. Buraya kimlerin, ne muratla geldiği, burada hayatı umdukları şeylerin yolunda nasıl işledikleri bir bir silinmişti hafızalardan. Vaktiyle bazı kâşif ruhlu maceraperestler, etrafta ne olup bittiğini ve muhtemel komşularının neyle meşgul olduğunu görmek için yola çıktılar. Fakat günün sona erdiği menzillerde karşılaştıkları karanlık ve halvet yüzünden, doğduktan çok sonra edindikleri korku hissiyle gerisin geri köylerine döndüler.

Bu sebeple köy, dünyaya dair tasavvurları kendi hudutlarına göre biçen bir hayat şekli çıkardı ortaya. Dünya işte bu köy ve onun esrarlı muhitinden ibaretti. Toprak bereketli ve kısırdı, her şey onun bağrında olup bitiyordu. Gök korkunç ve sevimliydi, aydınlık yüzüne aldanan, karanlık yüzünü görüp ürpermeye hazır olmalıydı.

Köy, yani dünya çok can almıştı. Yıllardır süren muvazenesiz azalmayla bin küsur kişinin yerleştiği köyün nüfusundan, Şemsi’nin yapmayı akıl ettiği sayıma göre, yüz on yedi kişi kalmıştı. Bu sayı Şemsi’ye o kadar az gelmişti ki, köyün nüfusuna ehil hayvanatı ve hatta camii avlusunda yarıştırılan hamam böceklerini de ekledi.

İşte, az önce kesilen öküzü de düşersek, toplam iki yüz otuz üç başın yaşadığı köy, yaklaşmakta olan garabetten bihaber, curcunasını yaşamaktaydı.

Şemsi ırakgöreni tekrar doğrulttu. Ya Ay epey beriye çekilmişti yahut da kavanoz içinde dünyaya fırlatılan adam sert bir kavis çiziyordu. Yarı beline kadar aşağıya eğilen Şemsi bağırdı:

“Ahali! Geri çekilin, geri geri. Üstünüze düşecek adam.”

Aşağıdakiler minarenin tepesine dönük başlarını az daha geriye attılar. Yıldızsız, kapkaranlık semada boşuna bir arayıştan sonra:

“Yürü lan işine, abdestsiz, nesebi uğursuz. İn aşağı çabuk.”

“Ay’a bakın aya. Aha orada.”

Adamlar eğer bu sefer de bir şey göremezlerse, bu dalgacı veledin kemiklerini kırmaya ahdedip aya çevirdiler gözlerini. Ayın önünde, kolay fark edilen yavaş bir inişle hareket eden adamı gördüler. Kimisi şaşkınlıktan elindeki çanağı düşürdü, kimisi olmadık şeytan icatlarıyla uğraşmasıyla bu musibeti başlarına saran Şemsi’ymiş gibi minareye dönüp öfkeyle baktı. Tuhaf bir tereddüt içinde birbiriyle fısıldaşanların birkaçı minareye çıkıp adama yakından bakmak istedi.

O gece tüm köy ahalisi, Kekeç Müezzin’e sela okutan endişeyi iliklerine kadar hissettikten sonra, tıpkı onun hiçbir şey olmamış gibi yatağına girmesini sağlayan beklenmedik teslimiyetiyle uykuya daldı. Her birinin kendine sorduğu son soru, göğün karnından fırlattığı bu nesebi gayri malum âdemin, tekin biri olup olmadığıydı.

Sabaha doğru sarı horoz merdivenleri zıplaya zıplaya minareye çıkarak, hâlâ ırakgörenin başındaki Şemsi’nin bacakları arasından geçti, doğruca Müezzinin kulağının dibine yanaşıp ötmeye başladı. Kekeç Müezzin, hiç ummadığı kadar rahat ve dinlendirici bir uyku uyumuştu. İyice silkinip, yerini aldı. Daha “Allah-u ekber” demeden hanelerin kapıları açılmaya, halk camiye doğru yol almaya başlamıştı. Kadınlı erkekli gruplar camiin kapısı önünde toplanıyor, tek kelime konuşmaksızın birbirlerini süzüyorlardı. Şemsi ırakgöreni kalabalığa doğru çevirdi: Yere eğik, ağır başlar; mahmur ve endişeli yüzler.

Kalabalık kendilerine abdest almayı, namaz kılmayı tarif edecek, sonra başlarına geçip imamlık edecek birini bekliyordu ve bu kişi Kekeç’ten başkası değildi. Kekeç, bu istediklerini yapamayacağını, çünkü kendisinin de bunları bilmediğini konuşarak anlatamayınca, “Yok, yok” manasında elleriyle havayı itti. Toplananlar çaresiz, homurdana homurdana evlerine geri döndüler.

O sabah herkes, yere doğru yaklaşan adamı gücendirmeye çekinir gibi, gökyüzüne doğru kaçamak bakışlar atıyordu. Arada minarenin dibine gelen biri, adamı alenen gözetleme günahına giren Şemsi’ye sitemle baktıktan sonra, merakını yenemeyerek ne gördüğünü soruyordu. Adam, şimdi güneşin parlaklığı altında hatları belirsizleşmiş halde, topladığı ışık demetleriyle lamba gibi ışıldayarak yere inmeye devam ediyordu.

Hem görüntüsünün hem de düşüşünün monotonluğu canını sıktı Şemsi’nin. Can sıkıntısı, birçok keşif, icat ve eserin en mühim motivasyon kaynaklarından biri olduğu için, bu öksüz, yetim, binmerak evsiz de merdivenlerden ağır ağır inerken şimdiye kadar farkına varmadığı bir tabiat kanununu keşfetti; gök kovması. Öyle ya, arzın üstünde durmamımızın, zıplasak bile tekrar yere konmamızın bir sebebi olmalıydı. Sema, bizi istemiyor, daima toprağa doğru iteliyordu. Ona ancak ağaçlar gibi sebatkâr duruşunu yüceltenler ve kuşlar gibi hürriyetperverler yanaşabilirdi. Geri kalanlar, şimdi köye yaklaşmakta olan adam gibi göğün hışmını celbediyor ve toprağın her şeyi kabul eden sinesine çekilmek zorunda kalıyordu.

***

Köyde eski hikâyeler yeniden canlanmaya ve tevatüre yaslanan her hikâye gibi gelişip büyümeye başladı. Şemsi, her girişinde bir bahaneyle sepetlendiği kahvede anlatılan bu hikayeleri kaçırmamak için, fıçılara ya da divanın altına saklanarak konuşulanlara kulak veriyordu. En hayreti mucip hikaye, uçan böcek istilasıydı. İstila deyince aklınıza köyü ablukaya alan bir böcek sürüsü gelmesin. Bahsedilen hadise, tepesindeki kanatları korkunç bir hızla çırpan, demir zırhlı devasa bir haşerenin köyün tepesinde fır dönmesiyle alakalıydı. Bir sabah rüzgârıyla ağaçları yatıran, adamların üstünden esvabını sıyıran bir alamet belirmişti köyün üstünde. Asla yerinde durmuyor, alçalıp kalkıyor, tehditkâr manevralarla köyün etrafını turluyordu. Köylüler o gün can havliyle sapan, mızrak, sopa, ne bulurlarsa fırlatıp bu kazuleti bertaraf etmeyi başarmışlardı. Ama ona asıl darbeyi vuran, şimdi hikayeyi anlatan Cemil’in babasıydı ve attığı mızrakla böceğin kuyruğunu zedelemişti.

“Böceklerin beyni kuyruğundadır, o melun da kuyruğu titretip dengesini kaybetmesiyle sarsıldı, şöyle bi şaha kalkmayla silkindi, sonra ardına bakmaya vakit bulamadan defoldu gitti. Cehennem oldu.” diyordu Cemil. Babasının cengâverliği, unutulduğu sırada tekrar parladığı için içi içine sığmıyordu.

Hikayeyi dinleyenler ve hayal meyal aynı şeyleri hatırlayanlar gökten düşen adamın bu nevi bir mahluktan fazlası olduğunu düşünüyordu. Bir kere, her ne kadar kendileri gibi bir ademe benzese de, başka bir âlemden geldiği muhakkaktı. Sözü, bastonuna dayanarak durabilen Süleyman aldı:

“Korkarım bu, Tanrı Teala’nın bize göndermiş olduğu açık bir ikaz, ipine sarılmamız için gösterdiği bir ibrettir. Son nebiden bu zamana kaç bin adam ömrü geçti kim bilir? Kıyamet saati yaklaştı. Yaradan’ı hoşnut etmek için dirliğimizi kurmalı, diyanetimizi ihya etmeliyiz.”

Kahve ahalisi Koca Süleyman’a hak verdi vermesine ama dirlik için, birlik için bir baş lazımdı. İlkin dillendirmekte çekimser kalsalar da her birinin aklına gelen ilk isim Kekeç Müezzin’di. Dili tutuktu belki ama ilmi hepsininkinden daha fazlaydı. Peygamber kıssalarını, ermiş menkıbelerini dinlemiş, Allah’ın esmasını ezberlemişti. Nihayet Müezzinin riyaseti hususunda uzlaşıldığı vakit, Cemil ortaya bir düşünce daha attı;

“Şu Şemsi denen iblisin veledini de çıkarmalı camiden. Allah’ın ortada bıraktığı nesepsizin Allah’ın evinde işi ne?”

Şemsi, iki büklüm yuvalandığı divanın altında çaresizlikten gözleri dolarak dinliyordu bu sözleri.

Halk, kendisini imamları olarak görmeyi arzuladıklarını Kekeç Müezzin’e tebliğ ettiğinde, ağızlarını açık bırakan bir olay yaşandı. Müezzin bekledikleri gibi kafasını sallayarak değil, şifahen cevap verdi. Üstelik bir daha susmadı da. Önce şerefedeki döşeğini, yastığını, yorganını sırtlayıp kendisine tashih edilen haneye yerleşti. Gür sesli gençlerden birine ezan talimi yaptırıp müezzinlik görevini ona devretti. Kendisi artık sadece köy halkının dertlerini dinliyor, ama esas gökten şutlanan adam meselesiyle ilgileniyordu. Bir karar alırken halkın genel temayülünü hesaba katmayı ihmal etmiyor, hemen herkesi idaresinden memnun etmek için gönül okşamaya önem veriyordu. Bu sırada Cemil’in arkasına birkaç kişiyi alaraktan, Şemsi’nin camiden kapı dışarı edilmesi için verdiği teklifi de kabul etti. Derhal köyün bekçisini yollayıp Şemsi’yi, alet edevatı ve saman dolu yastığıyla camiiden kovdurdu. Fakat Şemsi için bir müşkülat doğurmadı bu hadise. Yeni müezzin günde beş vakit minareye çıkmaya erindiğinden ezanı evinin damından okuyordu. Şemsi de fırsattan istifade büsbütün boş kalan şerefeye yerleşti. Böylelikle geceleri daha rahat gözlem yapabiliyordu.

Gökten düşen adamsa Şemsi’nin minareden yaptığı ölçüme göre, amudi olarak bir serçe parmağı kadar yol almıştı. İlk günkü savrukluğunun aksine, iniş pozisyonu ayakları üzerine düşecek şekilde sabitlenmişti. Gelgelelim beklenildiği gibi sert bir düşüş olmayacaktı bu. Hatta içinde yüzdüğü kavanoz kırılmayabilirdi de. İki haftada bir serçe parmağı kadar mesafe katettiğine göre bir salyangoz kadar, üstelik sabahın köründe tatlı uykusundan uyanıp sallana sallana işe giden bir salyangoz kadar hızlıydı ancak. Şemsi bütün bu tespitlerini aktaracağı birilerinin olmasını arzu etti. Halksa eski ismiyle Kekeç Müezzin’in, yeni ismiyle Bülbül İmam’ın önerisiyle yeni bir cami inşa etmeye hazırlanıyordu. Dünyayı mescit kılan din yolunda bina edilecek, o dinin şanına yakışır bir cami planlanmaktaydı.

Genç yaşlı, kadın erkek herkes seferber edildi. Köyün etrafını çevreleyen ormandaki ağaçlar kökünden tıraşlandı. Kesilen ağaçlar iskelet olarak çatılmak üzere yontulurken, dağdaki kayalar parçalanarak köye taşındı. Bu faaliyeti minareden temaşa eden Şemsi o kadar heyecanlanmıştı ki, taşların dağdan daha kolay getirilebilmesi için, iki konak arasına gerilen ipe asılıp, çekilerek yürütülen bir kayık tasarladı. “Var-gel” dediği bu kayık, hem kol gücünden hem de zamandan tasarrufu sağlayacaktı. Ayrıca tomrukları yukarı kaldırmak için de, makaraların ucuna bağlanan bir dolapla iş görmeyi teklif etti. Ancak inşaata sağlamaya çalıştığı katkılar, işi başından aşkın ahalinin öfkeyle kıvılcımlanan bakışları karşısında akim kaldı.

Yine de inşaat hızla ilerliyordu. Mevcut camiin bir buçuk misli daha geniş bir saha ağaçlardan arındırılmış ve temel atılmıştı. Çam kütüklerinden yapılma kazıklar çakılıp, taşlar intizamla yerleştirildi. Tavanı kapattıkları vakit, camiin yüksekliği Bülbül’ün gözüne az geldi. Yeni bir emirle ikinci bir kat daha çıkmayı buyurdu. İlk katın tavanını tahkim ettikten sonra ikinci katı çıkmaya başladılar. Fakat kat duvarı yükseldikçe bu sefer minare güdükleşmeye başlıyordu. İşte o zaman minareyi yükseltebilmek için Şemsi’nin “sal-çek”, nam-ı diğer “in-çık” dediği yük çıkarma aletini denemeye ikna oldular. Şemsi, planlarını çoktan çizmişti, birkaç makara, uzunca bir halat ve bir dolapla işin üstesinden gelinebileceğini anlattı.

Minarenin külahını yıkıp, tepesine bir makara sabitlediler. Bir başka makara da orta boşlukta, iple bağlı şekilde duruyordu. Fakat daha ilk denemede bütün sistem, yüküyle, makarasıyla, hatta yukarıda taşların çıkarılmasını bekleyen ameleyle birlikte alaşağı oldu.

“Şeytan bacaklı veledin aklına uyarsan olacağı budur,” diyordu Şemsi’nin amcası. “İnsanın gücü ne işe yarar sorarım size. Allah verdiği gücü kullanmayanlara, bunun hesabını sual etmez mi? Demez mi, ‘Ben size akıl da verdim, tutup bir tıfılın kuyruğuna yapıştınız, niçin?’ diye?”

Bu badire, Şemsi’yi büsbütün zora soktu, öyle ki canından olması an meselesiydi. Çareyi Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi Bülbül İmam’a sığınmakta, bağışlanması için ona yakarmakta buldu. İmam da, Allah’ı var, merhametli davrandı Şemsi’ye. Onun, ne kadar şeytaniye harcasa da rahmaniye yorulduğunda aslında pek müstefit olunacak bir zekâya malik olduğunu anlattı ahaliye. Bu açıklamadan sonra sesler alçalmaya, Şemsi’nin Bülbül İmam’ın eteği dibindeki varlığına göz yumulmaya başlandı. Esasında İmamın niyeti, onun yere düşen adem ilgili gözlemlerinden yararlanmaktı. Aylar geçmiş, adamın gökyüzündeki seyri nihayet bulmamıştı. Şemsi adamın bu gidişle ancak iki buçuk ay sonra yere inebileceğini söyledi. Bülbül İmam da o gece köy meydanında topladığı ahaliye, adamın o günden sonraki onuncu cuma günü camiin kubbesine konacağını bildirdi. Demesine göre; dine hizmet uğrunda her şeylerinden feragat ederek yaptıkları camiin hürmetine, bu malumat keşif yoluyla bildirilmişti ona. Bundan sonra yapılacak iş, düşen adamın arz ettiği tehlikeden emin olunmak için, Tanrı’nın evini tezyin ve tefriş etmekti.

Camiin inşaatı bugün yarın tamamlanmak üzereydi. Azameti, görkemi, mehabeti insanı titretecek denliydi. Nihayet minarenin bulutları aşan ucuna alemi takılınca, camiin de boyasından hattına tezyini, hasırından minberine tefrişi tamamlanınca, içinde sohbet halkaları kurulmaya başlandı. Her akşam bir araya gelen köylüler hem yaptıkları camie hem de mensubu oldukları dine dair methiyeler arz ediyor, çocukluklarından akıllarında kalan menkıbe parçalarını yaşanmışlıklarıyla tamamlayarak sırayla anlatıyordu.

Bunlar olurken yeni camiin minaresine tırmanan Şemsi, bulutların üstündeki şerefeyle neredeyse aynı hizaya gelen adamı karşılamaya hazırlanıyordu. O gece sabaha doğru, adamın içinde yer aldığı kavanozun, pamuk yığınına benzeyen bulutların ucundan fırladığını gördü. Gittikçe yaklaşan ve belirginleşen adam, Şemsi’yle göz göze gelince sevinç içinde zıpladı. Kollarını sevgiyle açarak, helecan içinde, cam duvarın tutup tekrar içeri yolladığı sesiyle bir şeyler söyledi. Bu neşeli hâli iyiye alametti. Adam bulutların içine gömülünce Şemsi hemen aşağı indi, İmamı uyandırıp haber vermeliydi.

***

Sarı horoz, Bülbül efendinin kulağı dibinde bağırırken sendeliyordu. Uyandırmak için o kadar yırtınmıştı ki az kalsın çatlayacaktı. Şemsi de nafile yere bir iki dürttü İmamı. Çaresiz, yeniden camiye koştu. Adam yerden belli belirsiz seçilebiliyordu artık, yere inmesi gün meselesiydi. Gün doğarken ahali de camiin önünde toplanıp adamı seyretmeye koyuldu.

Öğleye doğru uyanan Bülbül İmam, camiin üst katında Şemsi’yle meşveret halindeydi.

“Yani diyorsun ki, bu ademden ziyan gelmez.”

“Vallahi efendim, sureta haktan gözükür. Elinden gelse zıplayıp kucaklayacaktı beni.”

İmam, pencereden uzaklara doğru bakıp, elindeki karpuz çekirdeklerini çitlemeye başladı.

Halkın beklediği açıklamayı şu şekilde yaptı:

“Ademin gelme maksadı ihtimal ki sulh içindir. Demem o ki Cenab-ı Mevlam bu kulunu bize izzet ve ikram bulalım için göndermek muradındadır. Aman ha! Sanmayın ki nebidir, risalet hatem bulmuş, evliya ve ulema dini ihya yolunda peygamber mesleğini icra edegelmiştir. Umulur ki bu zat da o yollu kimselerdendir.”

Adam, yere bir insan boyu kadar yaklaştığında hayvanlar kesilmeye, av toplanmaya, yemekler pişirilmeye başlandı. Laf dağından taşınan karla şerbetler, dondurmalar hazır edildi. Şemsi’nin o esnada aklına, Laf dağının karıyla sıvanmış kutuları, yer altında ya da akarsu içinde bekleterek, soğuk tutulması icab eden taamı bu kutularda muhafaza etmek geldi. Adam köye ayak basar basmaz bu aletin imaline başlamaya karar verdi.

Her şey hazırdı. Adam yerden diz boyu yükseklikte, etrafını saran şaşkın köylülere gülücükler saçıyor, kucağını açıp kapatıyordu. Günlerden cumaydı.

Kavanozun yere değmesine bir parmak mesafe kalmışken, halkın karşılama için öne sürdüğü Bülbül İmam’ın dili tutuldu. Kimse buna ne mana verebildi ne de o telaşe içinde üstünde durdu. Adam yere kondu konacaktı işte. Derken kavanoz yere temas etmesiyle tuz buz oldu. Yere inen adem, üstündeki kristalleri eliyle süpürerek ayakları üzerinde yaylandı. Aylar süren yolculuk bitmiş, köylü kaç aydır merak ettiği şeyler hakkında konuşması için adamı bekliyordu.

Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.