Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu. Tırpanlarını, biçtikleri otları bir kenara bırakıp olan biteni izlemeye başladılar. Doğrusu bitecek gibi değildi, sadece oluyordu. Kendilerince akıl yürüttüler düşen adam için. Geçim derdinden başka görmüş geçirmişlikleri olmayan insancıklar anlamlandırma ihtiyaçlarını gidermek için dediler Allah belamızı verecek. Garibim insan. Allah’ı hep bela veren bir tanrı diye bellemiş.
Baktılar adamın daha düşeceği yok puşileriyle terlerini silip, sularını içtiler. İşe kaldıkları yerden devam ettiler. Sarı sıcak altında ömür tüketmiş köylüler ‘sanki gökten elma mı düşüyor, insan düşüyor. İnsan bu düşer de kalkar da.’ dediler.
Çehreleri yanmaktan kızarmış, yüz çizgileri bembeyaz. Özellikle de alın ve boyundakiler. Belli ki yaşamakla ilgisi var bu beyazlığın. Çizgileri derin, bu çizgilerin içine çile sığdırılmış gibi. Yazları güneşin bağrında; çoluk çocuk kışın ne yiyecek, hayvanların yemi çıkacak mı, hasat bereketli olacak mı diye düşünüp durmaktan. Öyle gökte her uçanı dert etmeye vakitleri yok. Yine de şöyle bir dinlenmek için durduklarında gökten düşen adamın ahvaline bir baktılar. “Nerden geliyi bilmiyiz ama kötü yere geliyi.”
Çavuş seslendi: “Oyalaniyiniz haa.”
. . .
Yaklaşık iki aydır düşüyordu adam. Kendince yaptığı kaba hesaplara göre bu sonuca varmıştı. Bu iki aylık yolculuğu genelde bulutların üzerinde geçtiği için yeryüzünü izleme imkanı olmamıştı. İşte şimdi bulutları geride bırakmıştı. Karşısında türlü türlü renkler, bir ressamın elinden çıkmış gibi ahenkle serpiştirilmişti. Alçak yerlerde yemyeşil ve dingin ovalar görünüyordu. Dağlar haşmetle yükselirken adeta yeryüzünün hâkimi biziz diyordu. Biz yol verirsek ancak siz yürürsünüz. Biz geçit verirsek siz kavuşursunuz. Her zaman da geçit vermiyorlardı. Ayrılık türküleri yakılsın diye belki. Sular yer yer çağlıyor, kıvrımlar oluşturuyor, geçtiği yerlere medeniyet götürüyordu. Platolar haşmetli dağlara sırtını vermiş, eteklerinde kendinden emin bir şekilde yayılıyordu.
Bir tarafta şehir adeta akıyordu. Koşuşturanlar, yetişenler, geç kalanlar; yola çıkanlar, yolda kalanlar… Akan şehir değil zamandı. İnsanlar da onun peşindeydi. Yetişeceklerini düşündüğü zamanı kovalıyorlardı. Oysa o zamanın kollarına bırakmıştı kendini. Onunla yarışmıyor ona sadece uyuyordu.
Uçmak, yok yok düşmek, evet düşmek… Öyle kulakları tırmaladığı gibi değilmiş sadece. Güzel şeymiş meğer. İnsan düşerken de mutlu olabiliyor, öğrenebiliyor en güzeli de yaşamaya devam edebiliyormuş. Ama düşmenin de bir adabı var öyle zönk diye değil. Şöyle ağır ağır ahenkle düşülecek. Düşmek bu yaa! Öyle nasıl ağır düşülecek? Kim bile bile düşer? Temkinli koşan temkinli düşer.
Gökyüzünde bir şey tecrübe etti. Resimden uzaklaşınca bütünü gördü. Dünya bir fildi ve o da filin bacağından tutmuştu önceleri. Tarifini istediklerinde uzun kütük gibi bir şey diyordu. Artık dönünce tamamını tarif edecekti. Sabırsızlanıyordu.
Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.