Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu. Yerçekiminin bu kadar merhametli davranması, tüm ahaliyi şaşırtmıştı. “Gökten düşmekte olan nasıl hemencecik düşmez” diye düşünenlerin boynu, havaya bakmaktan tutulmuştu. İlk kim fark etmişti bu adamı, ilk kim göğe bakın diye seslenmişti kimse hatırlamıyordu. Günler, haftalar birbirini kovalamış, düşmekte olan adam bir türlü düşmemişti. Köy ahalisi ilk günlerdeki heyecanlarının bedelini; yığılmış bir sürü işle, kaybolmuş hayvanlarla, susuzluktan kurumuş bostanlarla ödedikleri için artık işi gücü bırakmadan, ara ara göğe bakmaya başlamışlardı. İşte böyle bir günde Esma ve kardeşi Osman, gökteki adama su ulaştırmaya karar vermişlerdi. Esma her gece uyumadan önce uzandığı divandan yerde yatan kardeşine seslenir, "Düşündün mü suyu nasıl ulaştıracağımızı?" diye sorar ve kardeşinin cevabını kafasında tartardı. Geceleyin fitilini yaktığı umudun, gündüz sönüşünü seyrederdi. Artık kardeşine seslenmeden kendisi düşünür olmuştu. Uykusuz geceleri daha fazla kaldıramayan küçük bedeni ise halsiz düşmüş, en ufak bir ağırlığı bile kaldıramaz olmuştu. Esma’nın çocuk yüzüne bir dalgınlıktır çökmüştü. Babası Kara Çoban bu duruma daha fazla dayanamayıp kızını kucakladığı gibi köyün hekimine götürmüştü. Köyün hekimi Avni Dayı daha çok kırık çıkıkla ilgilenir, hafif hastalıklara dağdan topladığı otlarla ilaçlar yapardı. Esma’yı öylece görünce işkillenmiş, Kara Çoban’a köşedeki minderi göstererek onları oturtmuştu. Babasının bağrına sokulan Esma etrafına çok da meraklı olmayan bir bakışla göz gezdirmiş, duvarda asılı olan örtüdeki su içen ceylana bakışlarını sabitlemişti.
“De hele Kara Çoban, nedir yavrucağının derdi?”
“Ne olacak Avni Dayı, bize güneşi ve yıldızları unutturan adam kızımla oğluma dert oldu. O adama su taşımanın çaresini bulamayınca da kızım Esma elden ayaktan kesildi.”
Avni Dayı kuşkularında haklı olduğunu anladı. Gün geçmiyordu ki gökteki adamı kendine dert edinmeyen biri çıksın! Daha iki saat önce Musa’nın damadını getirmişlerdi. Neymiş efendim, gökteki adam yüzünden köyde kuraklık başlamış. Bu çocukcağız iyiliğinden hasta düşerken, Musa’nın damadı geçim derdinden hastalanmış. Eh işte insanoğlu, illa sebeplere ilahlık atfedecek!
Avni Dayı gülümseyerek Esma’ya yaklaştı:
“Esma kızım, biz hangi aydayız?”
“Hasat ayındayız.”
“Pek güzel dedin yavrum. Hasat bittikten sonra ne olacak peki?”
Esma ceylandan gözlerini ayırmadan “Yağmurlar yağmaya başlayacak.” dedi. Umudun fitilini bir anda yakıp, babasının bağrından koparak ayağa kalktı. “Yağmur yağacak!” Pınardan kana kana su içen ceylan oldu. “Yağmur yağacak!” Seke seke dışarıya çıktı. “Yağmur yağacak!”
Babası Kara Çoban, kızına bir anda can gelmesine şaşırırken Avni Dayı’nın elini öpmeye çalışıyordu. Avni Dayı “Dur hele Kara Çoban, çay yapmıştım. Otur da içelim.” deyince, Kara Çoban avluda bir o yana bir bu yana gidip gelen kızına bakarak; “Ben eve götüreyim kızı Avni Dayı, çok sağ olasın.” dedi. Avni Dayı ununu elemiş, eleğini asmış bir tavırla Kara Çoban’ın omzuna dokunarak “Önüne gelen nasibini geri çevirme oğlum.” dedi. Bunun üzerine Kara Çoban mahcup bir şekilde avludaki çardağa yöneldi. Henüz oturmuştu ki kızı Esma nefes nefese yanına geldi:
“Baba, hayvanları otlatırken suyun bitince nereden su buluyordun?”
Kara Çoban bu soru karşısında afallamıştı; çünkü su bulmuyor ve susuz bir şekilde akşamı ediyordu. Ne cevap vereceğini bilemediğinden kem küm etmeye başlamıştı. Neyse ki Avni Dayı çay tepsisiyle tam zamanında görünmüştü:
“Esma kızım, bak hele. Sen de otur da hep beraber muhabbet edelim.” Esma babasına sorduğu soruyu unutmuş, çay tepsisindeki mevlit şekerlerine odaklanmıştı. Avni Dayı Esma’ya şeker uzattıktan sonra göğe bakarak iç çekti:
“Üç aydır gece gündüz demeden yerin yüzüne doğru iniyor. Böylesi ne görüldü ne duyuldu. Devletin bile unuttuğu köyümüz için ömürlük mevzu oldu. Türlü türlü hikâyeler evden eve, tarladan tarlaya aktarılıp durdu. Biri de çıkıp demedi ki, bu adam aylardır düşüşünün farkında olarak düşüyor.”
Kara Çoban bu düşüşü çok derinden hissedip yutkundu. Çayını yudumlayıp utanarak konuşmaya başladı:
“Avni Dayı, sen köydeki bir avuç insanın büyüğüsün. Bu köye geleli çok olmadı benim. Rızkım neredeyse oraya gider dururum ben. Seni en başından beri büyüğüm bildim. Ama hep merak ettim, nedir sendeki bu hâl?”
Avni Dayı Esma’nın başını okşayarak gülümsedi. Sükûneti giyinip göğe bakmaya devam etti. Esma da başını göğe çevirmiş, Avni Dayı’nın gördüğünü görmeye çalışıyordu. Ağzındaki şekerleri kırarken ciddiyetinden ödün vermiyordu. Kara Çoban bir Avni Dayı’ya, bir de kızı Esma’ya baktı. “Yağmur yağacak.” dedi.
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Yağmurlar yağdı, tarlaları karlar kapladı. Esma erkenden uyanıp yatağından çıktı. Gocuğunu giyerken Osman’a heyecanla seslenip dışarıya koştu. Ahalinin toplandığı yere doğru durmadan koşuyordu. Nihayet gökteki adamın sesini duyuyordu:
“Buğday kokan tarlaların sarılarından geçip martıların seslerine tutundum. İçerimde durmadan geçmişe yol alan bir gurbet… Kuşların ağzına bulgurun suyu dökülmeden gençliğimi, gece ve gündüzün çarkına astım. Kış gelip çattığında tezek sobasına kibrit olup masum çocukların yüzünde kırmızı yanaklar bıraktım. Anaların nasırlı ellerinden öğütler içtim, çayların en demli muhabbetini işittim. Çorbayı karıştıran donuk gözlerin en parlak hikâyelerini dinledim. Gençlik baharının karla karışık yağmuru olup ihtiyarlık kışında doğdum. Kâinat kitabına anlamsız bakışlar attım. Bir kuşun ölümünde bile bir hikmet aradım. Gökyüzünün sonsuz maviliğinden uyku dilendim. Rüyalarda düşünce sürülerime çobanlar aradım. Dünya denen durağın çatısı altında dönüp durdum. Şimdi vaktidir yeryüzünün kahvesine gömülüp başka baharlarda açmanın.”
Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.