Vuslata Değin İnsan

Hacer Noğman

Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu. Adına Adem denen bu adamın aylar önce ortadan kaybolması kimse tarafından fark edilmemişti. Tıpkı düşüşünde olduğu gibi.

Kırk hane. Kırkında da hengâme. Adına yaşamak diyorlar. Ben de o hengâmeden gelmeyim. Kopmak desen, kopamadım. Bir dağın başında, bir taş oyuğunda da yaşanabilirmiş. Yaşadım da anladım.

Kırk haneyi seyre daldım. Hatıralar bir film şeridi gibi serildi önüme. Şuramdakinin -göğsünün solunu gösteriyordu- gittikçe karalaştığını, yıllarca orada zerre bir ak aradığımı gördüm. Bulabildim desem yalan demiş olurum. Varsa eğer o zerre ak, bu tepenin karanlığında belki parlar da görürüm, görebildiğime şükrederim diye aylar öncesinde yolu tutup buraya geldim. İşte o gün düşmeye başladım.

Ayların ilkinde, düşmeye başlamışken, bulutların temiz havası yüzümü okşarken, her yer çocuk sesleriyken. Serçeleri andıran şakımalarıyla tarlalarda koşuşturan çocuklar; bizleri görüyorum. Ana babalarımızın şakaklarından toprağa dökülen ve hemen sonrasında paraya dönüşen terler; paranın sıfatı biçiminde bir kelime, adı ekmek. Süt kokulu ağızlarımızın elif be ile haşır neşir oluşlarını işitiyorum. Cami yolunda yaz nemiyle uçup giden günlük dersler. ‘Ze-he-be, peltek ze ile.’ Kardeşimin bana emanet edilişiyle büyümemin ilk idrakini yaşıyorum. Genişliyor omuzlarım. Omuzlarıma sığdırıyorum kardeşimi. Sofrada bir kaşık eksiliyor. Unutuyorum kaşıkları bir eksilterek sofraya getirmeyi. Kimse ses etmiyor. Kaşıklar da sessiz. İlk latin harfleri öğreniyorum. A, be. Be değil, b; e’si yok. Ata bakan Ali ile Ayşe. Fişlerimden biri kayıp; ata bakıyor Ayşe ama Ali yok. Muallimden azar, diyemiyorum kardeşim sobaya attı fişimi. Yüzümde beş parmak izi. Biraz daha büyüyorum. Ne atın hükmü kalıyor ne Ayşe’nin. Ali desen, ondan zaten haber yok. Namaza başlıyorum. Zammı surelerim ihlas ve kevser. Dahasını bilmiyorum. İlk orucumu tutuyorum. Annem yardım ediyor bana; yarısını o tutuyor. Düşüyorum.

Düşüşümün ikinci ayı, ömrümün ikinci onluğu. Elim çapa tutuyor. Toprağa ter dökenlerin arasına karışıyorum. Eve para götürüyorum, adı ekmek. Tarladan yol geçecek diye adamlarını yollayan belediyeye karşı, yolun ortasına boyluca uzanan adamı görüyorum. O zamanlar anlıyorum toprakla insan arasında bir çekim kuvveti var. Boyluca uzanan adam ‘Vermem toprağımı’ diyor başka da bir şey demiyor. Çok gitmiyor, o adamın baba olduğu evden bir kaşık eksiliyor. Tanıyorum o zaman toprağı. Sonraları ‘dava’ kelimesini öğreniyorum. Başına ‘kan’ diye bir sıfat koyuyorlar. Biraz daha büyüyorum. Anlıyorum dünya kimseye kalmaz. Kalmıyor. Düşüyorum.

Yaşıtlarımın çoğunun saadetli izdivaçlarına şahit oluyorum. ‘Yaşın geçiyor’ yaşlarımdayım. Üçüncü onluk. Düşüyorum. Düşmeyen var mı ki? Henüz gencim. Çıkamadım bu kırk haneli hengâmeden. Yeni yeni idrak ediyorum; kat sayıları, ev başına düşen oğul miktarını gösteriyor. Bir burukluk yokluyor beni. Zaman zaman uğruyorum tarlaya. Sarıdan bir toprak. Mustafa Amcanın yüzünün sarısı. Gözlerindeki beyazlığa dolan sarı. Sarıdan bir toprak, altında Mustafa Amca. Görüyorum ki bu renk, ölümün rengidir. Kaç kişide rastlaştık onunla. Sonra alıyorum o rengi, koyuyorum cebime. Taşıyorum. Çok geçmiyor, bakıyorum ki henüz yirmisinde göçen delikanlının yüzünde o renk yok. Anlıyorum ki her renk tabidir ölüme. Bu idrak yıllarca oyalıyor yaşamı. Yaşamımı. Düşüyorum.

Anca yarılıyorum yolu. Bir bakıyorum ki yolun başında bile değilim. Bir yol arıyorum. Aramakla bulabileceğimi sanarak. Karşıma bir yol çıkıyor fakat ben bulmadım. Bulmak nedir, bu değil midir? Değilmiş. Pek uğramıyorum tarlaya. Dizlerim yağmurun habercisi artık. Çokça düşünüyorum. Düşerken. Anlıyorum, ektiklerimiz biçilirken hareketsiz bekleyecek bedenlerimiz. Ne diyeceğiz diye düşünüyorum. Bu kelâmı yaveleyerek yıllarımı geçiriyorum. Ömrümün yarım asırına emekliyorum. Düşündüğüme karşılık bir şeyler arıyorum. Cebimde o renk var. Ona baktıkça düşünüyorum: Eksilen kaşıkların yankılarını, onca yükselti toprağı, toprağa boyluca uzanan o adamı düşünüyorum. Bu eylemle geçiyor senelerim. Düşüyorum.

Yarım asır geçti. Sorsanız hâlâ düşüyorum. Ne anladın, diye sorsalar, tek kelime edemem. Cebimdeki şu şeyi gösteririm. Ben bir şey anlamadım da o çok şey anlatıyor sanki. Diyorum, gitmeli bir yere. Gidiyorum. Gidebildiğim tek yer tarla. Yolum orada bitiyor henüz. Devamı gelecek biliyorum. Şimdilik rızkımı topluyorum. O adamın boyluca uzandığı yerden geçip eve gidiyorum. Tek kaşık. Ses çıkarmıyor. Böyle de yaşanır. İnsan ölmedikçe yaşar. Düşüyorum.

Biri kapımı çalıyor. Takım elbiseli bir bey. Günlerin doldu diyor. Malum melek böyle mi görünecekti bana, diyorum içimden. Her ne surette gelirse gelsin, gitmenin vakti gelmiş, diye düşünüyorum. Bir telaş sarıyor bedenimi. Henüz hazır değilim. Kim hazır olmuş ki Azrail gelende? Emekli yaşın gelmiş, diyor. Bir hüzün bitiyor yüreğimin dibinde. İnsan ne zaman memnun olur? Her ayın bilmem kaçında şuraya git, şunu yap diyor. Ben hâlen gidip kalmanın arasında bir yerdeyim. O günden sonra her gün, kapım çalınacak diye korkulu yaşıyorum. Düşmemin son bulduğu ana değin. Düşüyorum.

Yetmiş senenin sonuna dek beni bırakmayan o korku, bu dağın tepesinde bir başıma bıraktı beni. Yol beni bu tepeye sürükleyene kadar yürüdüm. Yolum burada bitti. Bugün tam yedi ay oldu geleli. İçimde sonu gelmeyen bir hasretle yaşıyorum. Çocuk yaşlarım olarak zuhur ediyor bu hasret lakin öyle değil. O zamanları da özlüyorum, hem de epey. Fakat bu zuhurun aslı beni tüketiyor. Azarlanıyorum fakat fişimi kaybettiğim için değil. Omuzlarım küçülüyor. Hırkam büyük geliyor. Cebimdekinin rengi soluyor. Çapa tutan ellerimdeki nasırlar, otuzüçlüklere karışıyor. Hepsi birden toprak sarısına bürünüyor. Biliyorum elbet biraz toprak yeter her insana. Çok geçmez erir gider onda.

Düşüyorum. Yol buraya kadarmış. Yetmiş sene bana hâmil olan dünyaya yedi ay daha eklenmiş. Düştüğüm yedi ay. Doğuyorum şimdi. Bana sorsanız erkendir derim. İnsan ne zaman memnun olur ki? Kırk haneden bir hane eksiliyor. Hanemizin son kaşığı da susuyor. Kalan otuz dokuz hanenin bana dair ettiği son cümle ‘Helal olsun’ oluyor. Düşüyordum, kondum.

Vuslat.

Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.

Hacer Noğman

Haftanın Görevi: Öykünüz küçücük bir köyde geçsin. Ve şu cümleyle başlasın:

- Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.

Öykünüz şu cümleyle bitsin:

- Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.

Bu cümlelerin şekillerinde tasarruf yapabilirsiniz, ikiye üçe bölebilir, çekimini, şahsını değiştirebilirsiniz. Ancak cümlelerin yerine, detaylarına ve manasına dokunmayın.