DÜŞLER DÜŞÜŞTE
Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu. İşte o zaman inandılar çobana. Birbirlerine bakıp “Hakkat adam lan buu” dediler, hayret ve dehşetle. Bu olayın Kuran’da yeri var mı diye imama baktılar. İmam herkesten çok şaşkındı. İkide bir çobanın teleskopuyla göğe, gökten düşmekte olan adama bakıyordu. “Allah Allah. Subhanallah,” deyip duruyordu. Köylüler gözlerini muhtara çevirdiler. Muhtar sakalını sıvazlıyor, kasketini çıkarıp kel kafasını kaşıyor, verecek bir cevap bulamıyordu.
Çoban günlerdir bunu anlatmaya çalışıyordu “Bir adam,” diyordu, “Bir adam düşüyor gökten.” Köylüler inanmadılar. “Hadi len ordan. İyice kafayı yedin,” dediler. Ne zaman ki mantar toplamak için yaylaya çıkan Ahmet Emmi “Bi çay koy da içek filozof çoban,” diye çobanın yanına uğradı, çobanın teleskopuyla öylesine göğe baktı ve düşen adamı gördü, koşa koşa köye indi. Köyün bütün erkeklerini topladı. Çobanın doğru söylediğini, gökten düşmekte olan bir adam olduğunu söyledi. Hep birlikte yaylaya geldiler. Teker teker baktılar teleskoptan. Gökyüzünde takla atarak ağır ağır düşmekte olan adamı gördüler. İşte o zaman inandılar çobana. Erkekler gitti, kadınlar geldi. Kadınlar gitti, çocuklar geldi. Köyde, düşen adamı görmeyen kimse kalmadı.
Efsaneler uydurulup dilden dile, kulaktan kulağa yayıldı. Kimi Deccaldir dedi. Kimi cennetten kovulan biridir dedi. Kimi şeytandır, kimi cindir dedi. Köyün camiinde medfun bulunan Şeyh Şemseddin Efendi olduğunu iddia edenler de vardı. Çocuklar ve gençler uzaylı olduğuna inanmayı tercih etmişlerdi. Muhtar, adamı gördükleri günün ertesi günü jandarmaya haber verdi. Komutan “Gökten adam düşüyorsa biz niye göremiyoruz? Nerede? Hani? Dalga mı geçiyorsun lan? Delinin biri bir taş atmış...” diyerek kızdı. Muhtar, adamın şuan çok uzakta olduğunu, o yüzden göremediklerini, kendilerinin de sadece telekop mudur telesop mudur her ne haltsa onunla baktıklarında görebildiklerini anlatmaya çalışsa da komutan inanmadı. Küfürler savurarak kovdu muhtarı.
Muhtar, jandarmayı ikna edememenin mahcubiyetiyle köy kahvesine girdi. Ahaliye durumu anlattı. “İş başa düştü,” dedi. Birisi köyün üstüne çarşaflar gererek adamı ölmekten kurtarma fikrini ortaya attı. “Yoh yav sen de...” diyerek susturdu bir başkası. Başka birisi köyün tavanını dikenli tellerle çevirmeyi önerdi “İn midir, cin midir? Gebersin gitsin,” dedi. Diğerleri bu fikri beğenmediler. İnsanlıklarına yakıştıramadılar. “Belki de devlet kuşudur,” diyenler oldu. “Belki de Mesihtir,” diyenler, “Belki dilekleri gerçekleştirecek bir cindir,” diyenler oldu. Deccal ya da şeytan olduğunu düşünmektense dilekleri gerçekleştirecek bir cin olduğuna inanmak herkese daha iyi gelmişti. Düşler kurmaya başladılar. Erkekler ağa olmanın, zengin olmanın, kadınlar hanımağa olmanın, genç kızlar beyaz atlı prenslerine kavuşup saraylara gelin olmanın, delikanlılar sevdikleri kızları alıp şehirde patron olmanın, çocuklar gökten şeker, çikolata yağdırmanın düşlerini kurdular.
Hergün yaylaya çıkıp gökyüzüne baktılar. Adamı beklemekten başka iş yapamaz, başka konu konuşamaz oldular. O kadar yavaş düşüyordu ki her gün sadece bir arpa boyu yol kat ediyordu. Beklemenin sıkıntısı tüm köylüyü hatta tüm köyü sardı. Beklemekten gözlere uyku girmez, ağızlardan bir lokma geçmez oldu. Çiçekler soldu, ağaçlar mevsiminden önce yaprak döktü. Köpeklerin sesi kısıldı, horozlar ötmeyi unuttu. Koyunlar sütten, tavuklar yumurtadan kesildi. Düşmekte olan düşlere dair şiirler yazıldı, türküler okundu, hikâyeler anlatıldı. Dileklerini yazdılar. Güvercinlerin ayaklarına bağlayıp gökyüzüne gönderdiler.
Üç ayın sonunda adam artık ülkenin her yerinden çıplak gözle görülebiliyordu. Nokta kadar da olsa görünüyordu ve bilim insanları tarafından araştırmalara başlandı. İncelemeler doğrultusunda adamın istikametine bakılırsa düşeceği yerin bu köy olduğu kanısına varıldı. İlginç olan bir şey daha vardı. Helikopterle adamın olduğu yere uçup onu kurtarmayı denediler. Ama ne hikmetse gökyüzüne çıkınca adam kayboluyordu. Defalarca denediler, bulamadılar.
Hergün köye onlarca insan geliyor, yaylaya çıkıyor adamın düşüşünü seyrediyordu. Ama adamın çok yavaş düşmesi sıkıcıydı ve gündem değiştikçe bu olay önemini yitirdi. Ne de olsa yeryüzüne düşünce duyulurdu. O zaman öğrenirlerdi her şeyi. Bir süre sonra herkes boş verdi. Fazla naz aşık usandırırdı. Düşüyorsa düşseydi, uçuyorsa uçsaydı. Ama köylüler hiç unutmadılar. Onların en önemli meselesi ve tek gündemleri o adamdı. Düşlerini gerçekleştirecek olan adam. Artık buna tüm kalpleriyle inanıyorlardı.
Beşinci ay dolduğunda adam yakından uçan bir uçak gibi en net şekilde görünüyordu. Kara kaşlı kara gözlü bir insan evladıydı. Üçgen vücutlu olsa düşleri gerçekleştiren bir cine daha yakışır olurdu ama zayıfçaydı. Neyse ki uzun boyluydu. Üzerinde krem bir trençkot, beyaz gömlek ve haki yeşili bir pantolon vardı. Altıncı ay dolduğunda adam epey yaklaşmıştı yaylanın tepesine. Köylüler ara sıra “Hemşeriiim. Alooo! Bizi duyuyon muuu?” diye bağırsalar da herhangi bir cevap alamıyorlardı. Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.
…………….devamı gelecek inşallah :) ……………..