İki Kere Yoksul

Beyza Öztürk

Yazdığım kağıdın arkasında yonca resmi var. Yerdeki kağıtların ekseriyetinde olduğu gibi. Üç yaprağının ikisine kanlanmış gözler çizmiş. Alttakinde de ısırılmış bir dudak var. İçerisi sıvama zamanı gelmiş kerpiç kokuyor. Şimdi tek yumurta ikizimin küçük odasındayım. Onun hayatı bir günle ikiye ayrıldı. On üçünden önceki ve sonraki hâli deriz. Kendinden alınmadan öncesi ve sonrası da. O günden beri ben bir kere yoksulum. O iki kere yoksul aklından, paradan. Bugünlerdeyse üstünde başka bir tuhaflık var. Köyde de var aslında bir hareketlilik.

Olaylar hiç firesiz birbirine şöyle ulandı.

Geçenlerde köye yeni yetme bir öğretmen atandı. Ahaliden zenginler hoş geldin yemeği döktü. Öğretmen şöyle bir etraflıca köye baktı. Biz ucundan ponpon sallanan deri çantasına baktık. O, sofradaki kahvaltılıkların renk cümbüşüne baktı. Biz şelalelerin önünde çektirdiği fotoğraflarına baktık. Ben sonra bir de parmağına baktım. Bunlar olurken Ramo gözünü kadından ayırmadı. Dürtüyorum çimdikliyorum nafile, baktı da baktı. Kafasını bir sağa bir sola yatırdı. Neyse ki o günü vukuatsız atlattık. Öğretmeni okulun güneyindeki beyaz eve yerleştirdik. Bizimki bu kez evin etrafından aralaşmadı. Sürekli bahaneler bulup okulun oraya uğradı. Ben abayı yaktı sandım, hepimiz gibi. Tam tersine ondan kötü bahsetmeye başladı. Herkes bilmeli olanları diye diye dolaştı. Ona göre öğretmen habis bir dedektifti. Sâdece adını bildiğimiz babamız tutmuş olabilirdi. Ya da köylülerin ayaklanmasından korkan belediye. Köyün meydanında başka hikâye anlattı, evde başka.

Sonra bir gün gece tıkırtılar duydum. Her sâbıkalının refakatçisi gibi diken üstünde uyurum. Kapının süngüsü de açılınca yataktan fırladım. Bu soğukta sokakta bizden başkası yoktu. Yani, seheri bekleyen kumruya ayıp etmiş olmazsak. Beş dakika önce yatağımda değilmişçesine peşindeydim. Yukarı mahalleye çıkan yokuşa doğru yöneldi. Sokak lambaları beni izliyormuş hissine kapıldım. Sağdaki bir harabenin önüne gelince yavaşladı. Ben çenem titreyerek uzaktan ona bakıyordum. Harabenin içinden dört çuvalla birlikte çıktı. Çuvalları sürüye sürüye öğretmenin evine geldi. Onları bırakıp evin avlu duvarına tırmandı. Sonra teker teker duvarın üstüne taşıdı. Ben daha dur diyemeden yaptı yapacağını. Dört çuval yoncayı öğretmenin bahçesine boca etti. Haz etmediğini haz etmediğine hediye etti. Sevdiklerini de bir araya getirmekten hoşlanır. Komşuların eniklerini bizim kedi yavrularıyla bulmuşluğum çoktur. Yoncaları neden sevmiyor, ondan söz etmedim. Şimdi yoncayla olan hukukundan bahis açalım.

Ramo hasat mevsiminde köylülerin yonca tarlalarına gider. Talan edilmemiş yonca, karışlanmamış toprak bırakmaz. Yoncaları birer birer kuvvetlice asılıp kökler. Asıl hedefinin köklerini ortaya çıkarmak olduğunu söyler. Hasat aylarında ne köylü uyur ne ben. Onlar yataklarında “yoncalarım, yoncalarım” diye sayıklarlar. Ben de “buraya gel Ramo” diye. Yoncalar hepi topu elli altmış santimler. Ama sekiz on metre derine kök salarlar. En kurak yıllardan birini mi geçiriyoruz? Ya da çiftçiler sulamaya yetişemiyor mu? Onlar için pek önemli detaylar değil. Sizin anlayacağınız Orta Doğu’nun biçilmiş kaftanı. Ramo bu yüzden yoncalardan nefret ediyormuş. Meseleyi etraflıca öğrenmek istediğimde bir yonca aldı. Göz hizama getirdi, gözlerimin içine baktı. Ondan ilk defa o anda korktum. Bu yüzden o gün söylediklerini unutamıyorum.

“ Bak bu gördüğün yoncanın kendisi değil. Bizden gizleniyorlar, hem de ne gizlenme. Sonunda ne oluyor peki biliyor musun? Ödüllendiriliyorlar, hem gizleniyorlar hem de ödüllendiriliyorlar. Diğer bitkilerin alamadıkları su damlalarına yetişiyorlar. En az yoncalar kadar ben de gizleniyorum. Başa başız bence, çalışıyorum onlara yetişmek için. Biliyor musun ben yaşadıklarımı kendimden de gizliyorum. Gerçekten, gerçekten unuttum bile herhalde bu gidişle. Ama benim ödülüm nerede, seninki nerede?” demişti. Eve bakarken bunları konuştuğumuz gün aklıma geldi. Ne işin var elin evinde diyemedim.

Dedektifler de yoncalar gibi gizlenerek ödül alıyorlar. Hatta layığınca gizlenmeyi başaramayan sektörden eleniyor. Ramo bir nevi görevini yaptı yoncaları bahçeye dökerek. Köylüler bunun kimin işi olduğunu ilk duyduklarında anladı. Vaslına eremedikleri dünyasında onu rahatsız etmediler. Ramoysa canhıraş ödülünü aramaya devam ediyordu. Başımın etini yemeye de pek tabii. Bu sabah kahvaltıda ağzından ekmekler saçarak gördüğü rüyayı anlattı. Kendini uçsuz bucaksız bir okyanusta görmüş. Ama yüzerken değil, ağı geniş şalvarıyla bağdaş kurarken. Suya oturuyor, üstünde tepiniyor yine de batmıyormuş. Bir elinde limonatası varmış diğerinde patates kızartması. O sırada suyun içinden sesler duymuş. Dikkatli bakınca sudaki bir sürü insanı seçmeye başlamış. Çırpınıyorlarmış, ellerini yukarıya doğru uzatmışlar. Birisi ayağındaki zincirden kurtulmayı başarmış yukarıya yüzüyormuş. Yüzeye yaklaşınca yanındakinin ayağına mühürlenmiş zincire de bağlı olduğunu fark etmiş. Pes etmeden dibe geri dalıp bu sefer kendisi için onun ayağındaki zinciri çözmesine yardım etmiş. Şimdi ikisi yüzeye doğru hızlıca yüzüyorlarmış. Bu kez yüzeye geldiklerinde bir üçüncü kişiye bağlı olduklarını fark etmişler. İçeride cemi cümlenin imtihanı sürerken Ramo patatesini ketçaba batırıyormuş efendim.

Ben bu hikâyede ne mi yapıyorum? Ben ne yoncayı düşünüyorum, ne dedektifi. Öğretmeni tavlamam lazım, hem bu yoksullukla.