Yarım Teneke Buğday

Rabia Bayazit

Herkes köy meydanında toplanmış, gelen çerçinin sattıklarına bakıyordu. El fenerleri, tokalar, plastik kaplar, pazen kumaştan elbiseler, renk renk sabunlar, oyuncaklar, taraklar… Etrafta kıpır kıpır bir sürü çocuk, annelerinin eteğine yapışmış "bundan, bundan" diye bağırıyorlardı. Genç kızlar çapalardan kazandıkları paralarını ellerinde sımsıkı tutup, gözlerini şenlendiren incik cıncık her şeye iştahla bakıyorlardı. Bir sevinç dalgasıydı ki önüne çıkanı kendine katıyordu. Halil çerçiyi görünce muhtar Zeynel Efendi ile ayaküstü konuşan babasına koştu:

"Baba çerçi gelmiş çerçi, nenemi çağır hemen!"

Halil'in içinde bir korku… Nenesi gelesiye her şeyi talan edeceklerdi. Geriye en kötü mallar kalacak, bulmayı umduğu oyuncağı yarın öbür gün başka çocukların elinde görecekti. Bu korkuyla babasının pantolonunu çekiştirip duruyordu. Babası öfke dolu bakışlarla "Git getir neneni!" deyince yayından çıkan ok gibi fırlamıştı. Ne diye babasına koşmuştu ki, o telefon edene kadar nenesini kendisi gidip getirirdi.

Evin eşiğine damdan düşer gibi atlamış, oracığa yıkılıvermişti. Nefes nefese kaldığından, nenesine seslenecek takati kalmamıştı. Kapıyı döverek ihtiyârenin dizlerine telaş katmak istemiş ve bir ölçüde bunu başarmıştı. Halil, kapı tüm gıcırtısıyla açılırken taptaze bir yonca gibi baş vermiş, hazır ola geçmişti. Nenesine "Çerçi geldi nene!" deyince kadıncağızın yüreği burkulmuştu.

"Men sene gurban, sen mene yoh

Çerçici gelmiş mıncığı çoh

Her rengi var sarısı yoh."

Hacer Ana bu ninniyle torununu büyütmüştü. Çerçinin her gelişinde bu ninniden nefret etmişti. Oğlu olacak hayırsız varını yoğunu amcaoğlunun katilini bulmak için dedektiflere kaptırmıştı. Koskoca adam olduğu halde gençler gibi tarlalarda tırpan sallıyordu da yine eline geçeni dedektif bozuntularına veriyordu. El aleme "Bakın ben nasıl bir amcaoğluyum" demek için babalığını satmıştı. Şu yavrucağın rızkını heba edip duruyordu. Biçare, torununun yüzünü avuçlarının arasına alıp "Yarım teneke buğday var balam, getir onu öy damından." diyerek takasa bel bağlamıştı.

Halil sırtında küçük bir torba ile nenesinin ağır aksak yürüyüşüne ayak uydurmaya çalışıyordu. İçinde doludizgin koşan yılkı atı nenesinin haline acıyıp rahvanî bir şekilde yürüyordu. Nenesinin yanına varıncaya kadar koşan Halil, şimdi hiç bitmeyecek bir yolu yürüyor gibiydi. Köy meydanına kestirme yoldan varmak için bir yonca tarlasına girmişlerdi. Nenesi emeğin ne demek olduğunu bildiğinden her adımını bir suç işliyormuş gibi atıyordu. Halil ise rüzgârla birlikte edalı bir gelin gibi savrulan yonca tarlalarına bakıyordu. Biri ayağının altındaki yoncanın hayatına üzülürken, diğeri ötelerdekilerin kaderine gülümsüyordu. Yoncalar öteden beri köylüye rızık kapısı; efendice gelen hayvanlara bal, süt olmuştu. Toprağı ya dinlendirmiş ya da şenlendirmişti. Kaç yapraklı olursa olsun verilen emeğe hep karşılık vermişti. Ne güle öykünüp baş tacı edilmek istemişti ne de fesleğen gibi başının okşanmasını.

Halil tüm umudunu sırtlanmış yürürken nenesinin boynu yoksulluktan bükülmüştü. Kadıncağız, elini omzuna koyarak destek aldığı torununun kavruk yüzüne bakıp iç çekmişti. Yaşlılıkta boynu iki kez bükülmüştü. Torununa hissettirmeden dizinin ağrısını çekiyordu. Yıllarca tarladan tarlaya koşmuş, toprağı memleket bellemişti. Besbelliydi ki toprak bağrını açmış kendisini bekliyordu. Tereddütsüz atardı ya toprağa bedenini ama öksüz torununun istikbalinden endişe ediyordu. Çocukcağız babasının umursamazlığı ile yetimliğe de bulanmıştı. Düşündükçe bağrından taşlar kopup ciğerini deliyordu.

Nihayet köy meydanına varmışlardı. Etraftaki sevinç yerini öğle saatlerinin sessizliğine bırakmıştı. Çerçi bir çınarın gölgesine sığınmış, köylünün verdiği bir dilim karpuzu yiyordu. Halil babasını bulmak için etrafına bakınsa da nafile, üç beş köylüden başka kimse görünmüyordu. Çerçiye yaklaştıkça omzundaki elden kurtulmak istiyordu. Bir telaş içindeydi ki ölüyordu. Daha fazla dayanamayarak “Nene bak hele!” deyip çerçinin odundan yapılma vitrinine koştu. Elindeki karpuz kabuğunu atının önüne bırakan çerçi ayaklandı. Halil gözünü her şeye değdirirken nenesi çerçiye döndü:

“Yarım teneke buğdayım var, neler verirsin bana?” Çerçi mırın kırın ederek konuşmaya başladı:

“Nenem, buğdayı ne yapam ben? Sataydın değirmene, paranla alaydın dilediğini.” Hacer Ana’nın ezilip büzülmesinden güç alarak sesini yükseltti: “Eski zaman değil artık!” Halil bu cümleyle umudunu rafa kaldırdı, “Eski zaman değilse ne diye atla eşekle köy köy gezersin? Alsana arabanı!” diyerek çerçiye çıkıştı. Yılkı atı ehlileştirilmeyi daha fazla kaldıramamıştı. Çerçi sinirli sinirli Halil’e bakarak tüm eşyalarını sırtlanıp yerlerine yerleştirdi. “Para yoksa mal da yok.” diyerek barakadan hallice at arabasına tırmandı. Hıncını alamadığından atını öyle bir kırbaçladı ki hayvancağız şimşek gibi öne atıldı.

Güneşten kavrulan başları, çerçinin bıraktığı boşluğa düşer gibi çınarın gövdesine yaslandı. Dalga dalga yayılan sevinç, biçareleri umutsuz bırakmıştı. Toprağa öylece oturmuşlardı. Halil’in kıpkırmızı yüzünden boncuk boncuk terler düşüyordu. Nenesi, torununun hevesi kursağında kaldığı için üzülürken önlerinde muhtar Zeynel Efendi durdu. Kasketini eline alıp neneye selam verdi:

“Hayırdır Hacer Ana, bir sıkıntı mı vardır?”

“Ne olacak Zeynel Efendi, dünya hali işte.” Zeynel Efendi görmüştü ya olanı biteni, eli cebine gitmesin diye bilmezlikten gelmişti. Böylelerine el açılmazdı zaten. Oğlunu dedektif diye kandıran da buydu. Köyün hepsi bilirdi ki dedektif diye tuttuğu adamlar muhtarın şehirdeki akrabalarıydı. İşi ticarete dökmüşler, oğlunun varını yoğunu aralarında pay etmişlerdi. Hacer Ana’nın bağrından artık kayalar kopuyordu.

Halil kolunun tersiyle alnını sildi, ayağa kalkıp nenesine el verdi. Tüm umutsuzluğunu sırtlanmış yürürken nenesinin boynu yoksulluktan bükülmüştü.