Deli Hikmet

Melike Sülev Aydın

Çocukluk yıllarımın pek çoğu Yoncalı'da geçti. Babannem ve dedemin ev yaptırdıkları yıllardı. İnşaat halindeki evin duvarlarındaki harç kokusu... Çocukluğuma dair hatırladığım en net kokuydu. Yoncalı, Kütahya'da bulunan bir kaplıcanın ismi. Burada yıllarca yaşadım ama yonca görmedim. Niye ismine Yoncalı demişler hiç bilmiyorum. Annemin de babamın da köyü yoktu. Şehirden uzak bir hayatı orada tattım. Sessiz, sakin, huzurlu bir yerdi burası.

Evin inşaatı tamamlandığında henüz ilkokulda okuyordum. Dedem her çocuğuna birer oda istemişti. Torunlar büyüyünce gelip rahat ederler diye. Ön taraftaki bahçeye erik ağacı dikmişti. Yanına elma ve armut da ekledi. Arka bahçede ise fındık ağacı vardı. Sokaktaki demir kapının üzeri hanımeliyle örtülüydü. Sağ tarafta yasemin ve has gül. Dedeme yonca da ekelim hadi, dedim. Ama o, yonca ekilmez ki, dedi.

Liseye başlayacağım yaz tatilinde yine Yoncalı’daydım. O gün kapının önünde bisiklet biniyordum. Yaşlı bir amca bana laf attı: "Oğlum bak hele bana bi yol."

"Efendim amca buyur, birine mi bakmıştın?"

"Ali Sefa Bey buralarda mı acaba?"

"Aaa, ben onun torunuyum amca, gel!"

"Dedeeee, dedeeee, bak kim geldi koş!"

Camiye gitmek için hazırlık yapıyordu dedem. Elindeki havluyla acele ederek dışarı çıktı.

"Ne var Sefa, kim gelmiş oğlum?"

"Bak bu amca seni sordu bana"

"Vay! Deli Hikmet, nereden çıktın sen?"

"Yolum düştü, hal hatır sorayım dedim."

"Gel, gel, bahçeye buyur, hemen gel."

Dedem o adamı görünce çok sevinmişti. Emekli olduğu belediyeden arkadaşı olmalıydı bence. Neyse o gidince sorarım kim olduğunu. Ben bisiklet binmeye devam ediyorum, dedim. O arada gelen amcayla dedem gülüştü: "Koş annene söyle, iki sade kahve!"

Annem içeride babannemle akşam yemeği hazırlıyordu. Telaşla içeri girip sade kahveleri söyledim:

"Kimmiş ki bu adam, hiç görmedim."

"Ben de kızım, ben de görmedim."

Annem ve babannemin bile tanımadığı biriydi. Bu beni daha da meraklandırmıştı tabii. Kahveleri vermeye gidince kulak misafiri olacaktım. Kimdi bu Deli Hikmet, acaba? Elimde tepsiyle merdivenlerden inip bahçeye geçtim. Beni gören dedem iki kere öksürdü. O an, gelen amca da sordu:

"Adın ne senin delikanlı, söyle bakalım"

"Ali Sefa amca, peki siz kimsiniz?"

"Ben dedenin çok eski bir ahbâbıyım"

"Hoş geldiniz tekrardan, buyurun bu kahveniz."

"Sağ ol evlâdım, ellerin dert görmesin."

"Ali Sefam hadi sen geç içeri."

Of ya dedem de hemen kovdu. Daha kim olduğunu öğrenip annemlere söyleyecektim. İçeri geçmedim, tekrar sokağa attım kendimi. Yarım saat kırk beş dakika geçti. Deli Hikmet Amca bahçe kapısına geldi. Dedem kapının dışına kadar çıkıp uğurladı. Giderken hemen elini öptüm Hikmet Amca'nın. O da elime bir harçlık tutuşturdu.

Dedemin arkasından ben de eve girdim. Babannemle annem merak içinde onu bekliyorlardı. Kapının önünde beni gören dedem gülümsedi: "Gel Ali Sefam, gel oğlum hadi"

O an koşarak dedemin yanına oturdum. Çok geçmeden dedem olayı anlatmaya başladı: "Ben yıllar önce belediyede çalışıyordum evlat. Belediye başkanının özel kalem müdürü olarak. O zamanlar başkan, Süleyman Can Bey. Nâm-ı diğer yoksulların, gariplerin, kimsesizlerin başkanı. Onun gibi bir belediye başkanı görmedim. Helali haramı bilen, dürüst, çalışkan, merhametli. Çoğu kişi hiç bilmez bunları tabii. Ben hep en yakınında olduğum için.

Süleyman Bey, bir gelir havuzu yaptırmıştı. Belediyenin gelirlerinden elde edilen bir havuz. Burada biriken paraları toplayıp markete gittik. Süleyman Bey, Deli Hikmet ve ben. Deli Hikmet başkan beyin yakın koruması. Bir de makam şoförü var tabii. Önce yoksulların oturduğu mahalleleri tespit ettik. Sonra cadde ve sokak numaralarını listeledik.

Karanlık çökünce sessizce evlerin avlusuna girdik. Kimselere görünmeden elimizdeki paketleri bırakıp çıktık. Bu hal böyle böyle devam etti. Sonradan bunu fırsat bilen biri çıktı. Bıraktığımız yardım poşetleri durup dururken kayboldu.

Bunun farkına varan mahalleli belediyeye geldi. Durumdan muzdarip olduklarını dile getirdi. Süleyman Bey bu duruma oldukça üzüldü. Mahalleli odadan çıktıktan sonra düşündük taşındık. Sonunda ikimiz de Deli Hikmet’e baktık. Süleyman Bey ona hafiyelik görevi verdi.

O an yerimde duramadan dedeme sordum:

"Hafiye ne demek dede hiç duymadım."

"Hafiye dedektifin eş anlamlısı gibi oğlum. Dedektifi biliyorsun zaten suçluların izini sürer.

Günler geceler geçti, elde var sıfır. Hırsız bir türlü bulunamıyor ve yakalanmıyordu. Sonunda Hikmet'le ben bir plan yaptık. O gece elimizde poşetlerle yola koyulduk. Her ay sonu uğradığımız sokağa girdik. Önce kimselere çaktırmadan poşetleri avluya koyduk. Sonra da sokağın başında beklemeye başladık. Kırk yaşından sonra dedektifliğe soyunmuştu deden. Az biraz korkmuyor da değildim hani. Uzun zaman sonra bir karaltı yaklaştı. Bir iki üç diyerek adama çullandık. Adı üstünde bizim Deli Hikmet bu. Delinin gücü elindedir derler ya hani. Adamı bir vuruşta yerle yeksan etti.

Fazla vakit geçirmeden Süleyman Bey’e ulaştık. Süleyman Bey bizi hemen evine çağırdı. Adamı da yakasından tutup birlikte götürdük. Mütevazı lojmanında, bizi güler yüzle karşıladı. Adama bunu ne için yaptığını sordu. Meğer bu adamcağızın kimi kimsesi yokmuş. Çocukluğu ve gençliği yurtlarda yetimhanelerde geçmiş. O gece avluya poşetleri bıraktığımızı görmüş. Sonra da yiyecekleri sahipsiz sanıp götürmüş.

Bunu duyan herkesin yanağından gözyaşı süzüldü. Süleyman Bey adamı bize emanet etti. Kimsesizler için yaptırmış olduğu binaya gittik. Adamı oraya yerleştirip başkanın selamını söyledik. Görevli kişi Süleyman Bey’i duyunca gülümsedi: “Yoksullar onun sayesinde gün yüzü görüyor. Ah ne iyi adam bu adam" Dedi.

O gece eve gelip rahatça uyudum. Süleyman Bey bu olaydan kimseye bahsetmedi. Ben de yıllarca kimseye söylemedim işte. Deli Hikmet ziyarete gelince anılarım depreşti. Bu yüzden sizlere şimdi anlattım evlat.

Dedemi dinlerken vakit akşam olmuştu bile. Ekmek almak için bisikletime atladım hemen. Ayağımı pedala basar basmaz ne göreyim? Bisikletimin tekerine yeşil bir yonca takılmıştı.