Kelimeler: dedektif, yonca, yoksul.
Ek zorluk kullanmadım.
Fatma ÜNSAL NİJİNSKY DELİRDİĞİNDE
“İnsanlardan saklanmayı seviyorum, yalnız yaşamaya alıştım.” Nijinsky
“Beni oraya göndermeyin, derdimi bilmiyorsunuz göndermeyin. Böbreğim hasta değil, aklım da hasta değil. Burası hasta burası.” Bunu derken elini yüreğine güm güm vuruyordu. Başta bunlar ufak vuruşlarken sonra hızla inen darbelere dönüştü. Elini tutmaya ve onu sakinleştirmeye çalıştım. Elimi itti ve vurmaya devam etti. Gözlerini büyüte büyüte: “Burası hasta, burası!” diye bağırıyordu. Yan odada doktorla konuşan eşi girdi odaya. Yaklaşmaya çalıştıysa da yanına yaklaştırmadı kadını. “Çık!” diye bağırdı. “O doktora da söyle burası hasta burası!”
Öfkeden gözü dönmüştü. Arada bana da çatıyor, “Sen ne biçim dedektifsin?” diye üstüme saldırıyordu. “Sen de mi anlamadın sen de mi? Burası hasta burası!” Anlamıştım ama beni dinleyen yoktu ki. Yaşadıklarını yan yana koyunca kalbinin sağ çıkması zaten beklenemezdi. Ne fayda. Yarın akıl hastanesine yatıracaklar, bir taraftan da böbreklerine tedavi uygulayacaklardı. Doktor odaya girip onunla konuşmayı denediyse de başaramadı. Karısının endişeli bakışları arasında evin çıkışına doğru ilerlerken teselli ediyordu onu: “Merak etmeyin, yarın sakinleştiriciyle geliriz.”
Yanında bir süre daha durdum. Cansız gözleri pencerede donup kalmıştı. Saçsız başı yara bere içindeydi. Nevroz anlarında kendisine zarar verdiğini, başını duvarlara çarptığını biliyordum. Odasının duvarlarındaki kimi kırmızı lekeler, bu anların sessiz işaretçileri gibiydi. Bir dostun çaresizliği diyebiliriz buna. Çığlığı duyup yanına koşmanın ama çığlığı dinlemekle yetinmenin âcizliği hatta. Buraların en iyi dedektifiydim, en hızlı ve temiz çalışanı. Parmakla gösterirlerdi beni sokaklarda. Bu adam bir sihirbaz derlerdi, bir tazının burnu var bunda. Belki de cinlerin yakın arkadaşı bir kâhin. Kimse şerh düşmezdi ama. Dostunun derdini son anına kadar çözememiş bir zavallı.
Başını bir süre sonra benden yana çevirdi. Yatağında hafif oturur pozisyona geldi. “Sen,” dedi, “Sen bir şeytansın. Yahuda’sın sen. Beni onlara sen teslim ettin. Kardeşim Yahuda nerede sen nerede? Kardeşim Yahuda ha? Ellerini uzat ellerini seni hain! Nerede dikenli taç göster!” Ellerimi uzattım. Baktı baktı. Birden irkilir gibi geri çekildi. Başını sağa sola hızla sallıyor, bir yandan da ağlıyordu: “Takma o tacı bana takma takma İsa kim ben kim? Takma takma!” Yüreğinin acısı aklını eritmişti belli. Ama ne onlar fark ettiler ne de Yahuda.
Bir süre sonra uyuyakaldı. Yıpranmış yüzüne baktım uzunca. Dağ rüzgârlarının dalgalandırdığı saçlarını hayal ettim yaralı kafasında. Kemikli uzun ellerini omzuma vuruyor gibi düşledim, o buğulu sesi dostum derken. Yarın hastaneye götürürlerken görmeyecektim onu, gelmeyecektim bir daha buraya. Yanına yaklaştım ve vedalaştım. “Seni,” dedim, “payıma düşen son gün ışığını görene dek unutmayacağım.” Eşiyle de vedalaşıp evinden ayrıldım.
Evime vardığımda masama yaydığım kâğıda istifa dilekçemi yazdım. S.C.H Dedektiflik Bürosuna… Eşyalarımı toplamaya başladım sonra. Sabaha bu şehirden ayrılacaktım. Onun akıl hastanesine yatışının yapıldığı saatlerde kuzey treniyle uzaklaşacaktım buralardan. Kim bilir belki iyileşirse dönerdim geri. Yok yok dönmezdim artık. Bu defterin sonu burası. Yazmaya yer kalmadı. Kullanılmış defterler rafına kaldırmanın tam zamanı. Beş para etmez dost ama gözde dedektif C. köyüne dönüyor.
Sabah 8.30 treni dumanını savura savura şehirden uzaklaşırken aklım ondan uzaklaşmıyordu. Kim bilir ne hâldeydi. Sakinleştirici yaparız, demişti doktor. İnsanı aslından uzaklaştıran o melun. Uyuşturan. Bir dostum anlatmıştı, kardeşinin ölüm haberini aldığında sakinleştirici yapmışlar hemen, acıya dayansın diye. Cenazeyi görmesine rağmen gözünden tek damla yaş düşmemiş bu yüzden. “Keşke,” demişti o zaman, “keşke yapmasalardı bana o kötülüğü. İyi mi oldu yani? Şimdi o zaman akıtamadığım gözyaşlarının ağırlığını taşıyorum hep. Deniz olmuşlar da içime dolmuşlar gibi.” Deniz olacak tüm dertler içinde. Birikecek. Aklı ve yüreği daha da ağırlaşacak. Taşıyamayacak işte. Karısının zekâsıyla övünür, sonra şöyle derdi: “Keşke bu kadar zeki olmasaydı. Zekâsını yok etmek isterdim, böylece diğer yönleri de gelişirdi. Kalbini bana hiç açmıyor. Acımak için açıyor arada. Ama diyor ki bazen, seni seviyorum. Yalan söylüyor. Öyle olsa gözleri bunu derken tavana bakmazdı. Deli değilim ben ama yine de bilmeliler: Deliler bu dünyanın hassas terazileridir.”
“Sessiz kalmanın konuşmaktan iyi olduğu kararını verdim. Diaghilev bana susmamı söyledi. O akıllıdır.” Nijinsky
Köye bir salı sabahı vardım. Yoksul bir dağ köyüydü bizimkisi. Sokakları çamur içinde, bakımsız evleriyle dağın bir yerine tünemiş tüyleri yoluk yaşlı bir kargaya benzerdi. Ben çocukken öyleydi, şimdi yine öyle. Yoksulluk yapışkandır çünkü, bir ömür çıkmaz. Kola bıçakla kazınan bir yazı gibidir kimi şeylerde. Çıkması için kolun kopması gerekir. Babamdan kalma evimize ilerlerken kimi tanıdıklar yolumu kestiler. Üstleri başları dökülüyordu. Gözleri bir şey umanların parlaklığıyla dolanıyordu yüzümde. Sığınmaya yer arıyorlardı. Ne de olsa anlı şanlı Dedektif C. vardı karşılarında. Gazetelerde yer almadığım gün yoktu. Ama bilmiyorlardı ki ben onlara sığınmıştım. Onların yoksulluğunu kendime yorgan yapacaktım. Bilmiyorlardı ki onların dağlarına saklanacaktım ben de.
Babam köyümüze küfredip dururdu ben çocukken. Hatırlıyorum. Ovalık yerler dururken atalarımızın buraya niye tünediklerine mantıklı açıklamalar getirmeye çalışırdı. En sonunda bulamaz, şuna sığınırdı:”Niye olacak? Hırsız olmasalar burada işleri ne? Hepinizin yeri cehennem olsun hırsız herifler.”
Eve doğru ilerlerken bavulumu elimden alıp taşımaya kalkan çocuklar oldu. Harçlık verip buna gerek olmadığını söyledim. Ellerindeki paraların ışıltısını göz hizalarına getirip sevine sevine uzaklaştılar. İşte gelmiştim. Çocukluğumun geçtiği bu yoksul eve. Kapının önündeki armut ağacı kurumuştu. Dedem dikmiş babamdan öğrendiğime göre. Dedem C. Evi yaptığında önüne bunu da dikivermiş. Ama ilgisizlik işte. Hem bitkileri hem insanları nasıl da kurutuyor. Ağaca bakarken dostum aklıma geldi. Şimdi bağıra çağıra hastane yolunda olan zavallı dostum. Kilidi açıp içeri girdiğimde ağır bir küf kokusu burnuma hücum etti. Tozlar ve ortalıkta koşturup duran fareler de cabası. Çok iş vardı belli. Bilerek gelmiştim, sızlanmaya miğferdi “bilerek” kelimesi.
Komşuların da yardımıyla bir şeye benzettik evi. Tam da organikçilerin sevebileceği türden bir yere dönüştü burası. Sokağa adımını atınca çamurdan taştan yürümenin imkânı yoktu ama olsun. Organiklik bunu gerektirirdi. The Beatles dağılmasaydı, o durağan sesleriyle bu hayatı şu isimle bestelerlerdi belki: The Real Life. Neyse. Kendime bir köşe de yaptım. Tonla kâğıt ve bol mürekkep. Ne yazılması lazımsa o yazılacaktı. Bazı zamanlar uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşam kızıllığını görmeden eve dönmüyordum. Tarlalarda yonca biçen köylüleri izliyordum. Onların bu hevenkleri eşeklere alışılmış hareketlerle yükleyip yola koyulmaları karıncaların hareketlerine benziyordu. Eşeğin tepesine, yoncaların üstüne de bir çocuk konduruyorlardı. Çocuk domates gibi yanaklarıyla mutlu, yoncalar arasında bir şey arıyordu. Talihini belki.
Bu yonca tarlalarının birinde yaşlıca bir adam da çalışırdı. Herkes maaile çalışırken; o yalnız başına didinip durur, muntazam hareketlerle herkes kadar yonca biçerdi. Bir hafta boyunca onu izledim. Aynı saatte tarlanın kıyısındaki ahlat ağacının altında dinleniyor, çıkınını açıp karnını doyuruyor, plastik mavi kabından kafasına dike dike suyunu içiyordu. Güneş batana kadar. Sonra milletten önce yola düşüyordu. Onlarla karşılaşmak istemez gibiydi.
Bir gün kafaya koydum ve yanına gittim adamın. Selam verdim. Düşük kalınca çatık kaşlı, kara kavruk yüzlü, ortaca boylu adam, dilinin ucuyla aldı selamımı. Sonra işine ben yokmuşum gibi devam etti. Ahlatın altında onu izledim. Arada göz ucuyla bana bakıyor, boynuna doladığı mendiliyle terini silip devam ediyordu çalışmaya. Yemek vakti geldiğinde o ahlatın dibine gelmeden ayaklanmaya kalktım. “Otur,” dedi buyurgan bir sesle, “Yemek vakti misafir ayrılmaz buralarda.” Konuşmadan yedik yemeğimizi. Ortalık sessizleşince, “Niye geldin bu ölmüş yere?” dedi, “Sen şehirlisin ve varlıklısın, nasıl dayanacaksın buraların havasına suyuna? Hadi ona dayandın, nasıl dayanacaksın sefillikten çürüyen insanları izlemeye?” Bu kadar sessiz bir insanın bunları peş peşe sıralamasına şaşırmıştım. Kendimi tanıtmaya kalktım, susturdu beni:”Biliyorum,” dedi. “Deden C.’yi iyi tanırdım. Şu aklını kaçırmış adamın da dostusun biliyorum seni, senden daha çok.” Onu nereden tanıyordu? “Karısı az dolanmadı buralarda. Akılalan otu toplattı parasıyla. Bu sefiller de niye diye sormadılar bile. Ee para her kapıyı açıyor neticede.” Kalakalmıştım. Aklımdaki eksik parçalar beynimi zonklata zonklata tamamlanıyordu. “Git hadi git yediysen. Yanıma da gelme bir daha. Dedektif olacaksın bir de peh! Burnunun ucunu göremeyenlerin dedektif olduğu bir dünya. Tam da ona yakışır!”
“Yaşamdan korkmuyorum, bu nedenle paraya ihtiyacım yoktu.” Nijinsky
Yaşlı adamın geçen gün söylediklerini aklımdan çıkaramıyordum. Bana söylediklerinde de haklıydı, zaten buraya da bunun için gelmiştim. Beceriksizliğin tescilinden sonra başka şansım da yoktu. Ne yapacağımı bilmiyordum. İnsanlara sorsam bunu inkâr edeceklerdi. Çünkü para bu kapıyı kapatıyordu. Dostumun hâlini sormak için hatta onunla konuşmak için hastaneyi aradım. İyi olduğunu, tedaviye yanıt verdiğini söyleyip kapattılar. Eşiyle konuştum. Hıçkırmaktan ne dedi anlamadım bile. Bazıları doğuştan tiyatrocu.
Yaşlı adamdan başkası çare olamaz gibi geldi bana. Yine yanına, yonca tarlasına gidecek, kovsa da ayrılmayacaktım oradan. Gittim de. Ahlatın dibinde bekledim. Mecbur yemek için gelecekti. Gelmedi. Güneşin altında yedi kalktı. Bir ara kovdu beni, üstüme yürüdü. Gölgelerin ve kimi yabani ağaçların sahibinin o olmadığını söyledim. Sinirle işine döndü. Pes etti en sonunda:”Ne istiyorsun benden be ne istiyorsun? Yüzüme ve ellerime bak, nasır bunlar kitap yazısı değil. Hukuk da bilmem kitap da. Vahşinin tekiyim, ne istiyorsun benden?” Doğru, ne istiyordum ondan? Koca Dedektif C. baş edemedi de bu ihtiyar mı çözecekti durumu, ne bekliyordum ondan? “Beni dinlemeni,” dedim. “Çünkü birilerine anlatmaya ihtiyacım var.” Oturdu, anlat dinliyorum demenin vücut dilindeki karşılığıydı bu. Onu anlattım, V.’yi. Dostluğumuzu, yeteneklerini, resimlerinin harikalığını, kıyılamayacak derecede iyi insan olduğunu. Ama şimdi karısının onu...Şimdi bir hastane odasında yaralı bereli yüzüyle, bin parça ruhuyla dışarıyı izlemekten başka bir şey yapmayan bir bitkiye dönüştüğünü. Ve tüm bunlar olurken benim onun görünen hâllerine uzanıp asıl acılarını nasıl ıskaladığımı. Beş para etmez adamın teki olduğumu. Her şeyi. Saatlerce anlattım, saatlerce dinledi. Sakince. Gün battı. “Eve gidelim.” dedi. Evine gittik. Bir ara ortadan kayboldu. Sonra eski bir gazeteyle yanıma geldi. Gazeteyi önüme fırlattı. “Al bak bakalım, bak ne yazıyor orada?” “Kore Savaşı patlak verdi.” “O değil, o değil,” dedi, “Altlara doğru bak.” “Aklını kaybeden Nijinsky öldü. Ünlü balet Londra’da gömülecek.”
“Bir bağlantı kuramadın belli ki. Kur diye de okutmadım. Ama o adam da becerikliydi, delirdi nihayetinde. Ünlüydü. Öldü işte bak. Ne bekliyorsun ki bundan sonrası için? Sırtının sıvazlanmasını mı, ağlama denmesini mi? Hayat senin gibi zayıflara kıs kıs gülüyor, emin ol. Bir insan delirdiyse bu onun için şanstır, bakma. Sevin bence.” Yüzü ilk defa güldü, yüzünün derin kırışıklıkları da onunla birlikte güldü. Anlamsızca baktım suratına, biraz da sinirle. “Sevin ya,” dedi, “Sevin. Deliler bu dünyanın hassas terazileridir sevin. Kurtulmuş o kadından arkadaşın, daha neyini kaybedebilir sevin. Ya da git dünyalılar gibi uğraş. Tıktır o kadını içeri. Sonra arkadaşını ziyaret et sık sık. Ve mutlu son. Oldu mu?”
Oldu. Yanından ayrıldığımda vakit epey ilerlemişti. Ne demişti şimdi bu? Bana neydi elin Nijinsky’sinden baletinden? Anlaşıldı, iş başa düşmüştü. Ki zaten nereye düşecekti? Tam köşeyi dönmüş, evi geride bırakıyordum ki ihtiyarın evinden gelen sesle irkildim. Koşarak geri döndüm, dışarıdan dinledim evi. Bizim ihtiyar haykıra haykıra gülüyordu. Pencereye koştum, elinde bir çaydanlık onunla koşa koşa, etrafa çarpa çarpa gülüyordu. Düşüyordu gülüyordu, kalkıyordu gülüyordu. Çaydanlığın suratına tükürüyordu gülüyordu. Hassas teraziydi o da, belli. “Sevin,” demişti. Ne yapalım, sevinelim bari.