Gerçekleşen Dileklerin Bedeli

Emine Ecran Şenel

Çocuktuk. Dua kapıları açıktı da küçük oyunumuz dua yerine mi geçmişti? Nasıl oldu? Ne oldu? Böyle olacağını bilseydim… Çocuk aklıyla nereden bilecektim?

Çocuktuk. Her şeyin her zamanki gibi olduğu bir gündü. Kahvaltıdan sonra yine Ayşegül’le oynadığımız yere gitmek için evden çıkacaktım ki yeni oyuncağım geldi aklıma. Teyzemin getirdiği büyüteç. Geri döndüm. Büyüteci cebime koyup evden gizlice çıkardım. Çünkü annem yeni oyuncaklarımı evden çıkarmama izin vermezdi. İstediğim gibi oynayamayacaksam neden vardı ki oyuncaklar? Sanırım annem vitrinde duran biblolar gibi görüyordu onları. Dokunulamaz, yerleri değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Hiçbir işe yaramaz, neden var olduğu bilinmez varlıklar.

Ayşegüllerin evinin yanındaki yonca ekili arsaya gittim. Oturup beklemeye başladım. Biraz sonra Ayşegül elinde domates ve peynirli iki yarım ekmekle geldi. Birisi benim içindi tabii. Yeni kahvaltı yapmıştım ama yine de Ayşegül’ün ikram ettiği her şey çok tatlı olduğundan hemen aldım ekmeği. Üç dakikada mideme indirdim. Ayşegül güldü. Hep gülerdi zaten. Adından mı acaba diye düşünürdüm. Adına “Ayşe, gül” demişler o da hep gülmüş. “Ayşe, ağla” deselermiş... Tamam tamam kızmayın şaka yaptım. Ekmekleri yedikten sonra daha doğrusu ben ekmeğimi yedikten sonra -Ayşegül henüz yarısını yemişti- büyütecimi çıkardım. “Bununla öğretmencilik oynayalım mı?” dedim. Ayşegül gözlerini pörtleterek “Haaaahhh! Büyüteeeç. Çok güzeeel. Ne öğretmenciliği akıllım, bununla dedektifçilik oynanır,” dedi. “Tamam, ondan oynayalım,” dedim.

“Bak şimdi,” diye dedektiflerin ne iş yaptıklarını anlatmaya başladı. “Biz de biliyoruz herhalde kızım,” dedim. Oyunu kurguladık. Ortadan kaybolan bir adamı arayacaktık. Adam komşusu tarafından öldürülmüş ve evlerinin yanındaki boş arsaya gömülmüş olacaktı. “Sonra katil o arsaya yonca ekmiş,” dedi Ayşegül. Yani oyunda görevimiz bulunduğumuz arsaya gömülmüş cesedi ve katilini bulmaktı. “Dedektif Mistır Cihan, kayıp şahsın komşusunun şüpheli tavırlarından dolayı bu yonca bahçesinde bir delil olabileceğini umuyorum,” dedi Ayşegül. Ben “Ben de öyle umuyorum Dedektif Mistır Ayşegül,” deyince Ayşegül kahkaha atarak “Mistır erkeklere denir akıllım. Mis diyeceksin,” dedi. Bozuldum ama belli etmedim. En ciddi tavrımla “Tamam. Şimdi araştırmaya başlayalım,” dedim. Büyütecimle yoncalara, yoncaların arasına, toprağa baktım. Her şeyin olduğundan daha büyük görünmesi çok hoşuma gitmişti. Ayşegül’ün yüzüne tuttum büyüteci. Minicik fındık burnu kocaman göründü. Kahkaha attım. Ayşegül hafiften gülerek “Yaa,” dedi.

Elimden çekip aldı büyüteci. Koşarak ilerledi. Sonra “La la la laaa” diyerek büyüteci yoncalara tuttu. Birden “Aaaa. Cihan koş,” diye bağırdı. Koştum. “Noldu?” dedim. “Bak. Bak. Dört yapraklı,” dedi. Çok heyecanlanmıştı. Dört yapraklı? Bu benim için hiçbir şey ifade etmiyordu ama onun heyecanını söndürmek istemediğim için şaşırmış gibi yaparak “Yaa. Vay bee,” dedim. Sanki benim cehaletimi anlamış ama yüzüme vurmak istemezmiş gibi “Dört yapraklı yonca bulanın dilekleri kabul olur,” dedi. Ayşegül buna inanacak kadar saftı. Bense dilek bile tutmayacak kadar berk. Yoncayı eline aldı. “Iıııımmm. Ne dileseem? Ne dileseem?” diye düşünürken “Hadi birlikte bir dilek tutalım,” dedi. “Sen dile,” dedim. Dizlerimi dikip oturdum yanına. “İkimizin de gerçek birer dedektif olmamızı diliyorum,” dedi. Sonra gülerek yanıma oturdu. Gülmek yakışıyordu Ayşegül’e. Adındandır belki de. “Ayşe, gül” demişler ondan gülmek yakışmış. “Ayşe, ağla” deselermiş… Tamam tamam bu espriyi bir daha yapmayacağım.

Ayşegül büyüteçle elindeki yoncayı inceliyordu. Sonra heyecanla “Şuna bak!” diye bağırdı. Baktım ve gayet kayıtsız bir şekilde “Ne var?” dedim. Ayşegül büyüteci bana verdi. Yoncaya büyüteçle baktığımda gözlerime inanamadım. Rüyada olduğumu düşündüm. Buna benzer çok rüya görüyordum. “Kesin rüyadayım,” dedim. Ayşegül “Hayır, gerçek bu,” dedi. Yoncanın yapraklarında Ayşegül’le ben vardık. Başımızda birer şapka, elimizde büyüteç vardı. Tam birer dedektif gibiydik. Ben telaşla baktım Ayşegül’e. O yine gülüyordu. Dilekleri kabul olan bir insan ne kadar mutlu olursa Ayşegül, onun on katı mutluydu. O, hep böyleydi. Her duyguyu sonuna kadar yaşardı. Bense içime gömerdim tüm duygularımı. Ama bazen yarısı dışarı kaçardı, ben de diğer yarısını gömerdim.

Sonra yonca aniden bizimle konuşmaya başladı. “Dedektif olmayı dilediniz ve oldunuz. Dedektif Ayşegül ve Dedektif Cihan. Göreviniz yeryüzündeki yoksulları bulup mutlu etmek. Yoksuldan kastım sadece para yoksulları değil. Huzur yoksulları, mutluluk yoksulları, sağlık yoksulları, bilgi yoksulları, özgürlük yoksulları…” dedi. Biz şaşkın şaşkın birbirimize bakarken yonca devam etti “Öncelikle Cihanların yan komşusundan başlayacaksınız.” “Naciye teyzeler mi?” dedim. “Evet. Naciye Hanımın eşi bir yıldır işsiz. Ama kimseye belli etmiyorlar. Çok yoksulluk içindeler. Onlar için mahalleliden para toplayın. Sonra gizlice kapılarına bırakıp kaçın,” dedi. Ben, insanlara nasıl açıklama yapacağımızı, bunun çok zor olduğunu söyledim. Yonca “Gerçekleşen dileklerinizin gereğini yerine getirmezseniz ömrünüz boyunca yoksulluktan kurtulamazsınız,” dedi. Ayşegül tedirgin gözlerle gözlerimin içine bakarken daha fazla itiraz edemezdim.

Evlerimize gidip ailelerimize Naciye Teyzelerin durumunu haber verdik. Para toplayıp yardım etmeyi teklif ettik. Önce “Siz nereden biliyorsunuz?” dediler ama sonra araştırdılar ve doğru olduğunu öğrenince aralarında para topladılar. Ayşegül ve ben de parayı götürüp kapılarına bıraktık. Sonra Naciye Teyze'nin eşine iş bulundu ve onların yoksulluğuna son verildi. O günden sonra yonca bize her gün bir görev veriyordu. Bir gün herhangi birinin kapısına çiçek bırakıyorduk, bir gün bir çocuğa oyuncak alıyorduk, bir gün bir hastaya ilaç götürüyorduk, bir gün kafesteki bir kuşu uçuruyorduk, bir gün birisine kitap hediye ediyorduk. Bütün bunlar için parayı nereden bulacağımızı da yonca söylüyordu. Bazen ailelerimizden bazen başka hayırsever insanlardan.

Yıllar böyle geçti. Dedektif Ayşegül, ben, yonca ve yoncanın direktifleri. Üniversiteye gitme zamanı gelince yollarımızın ayrılma zamanı da gelmişti. Ayşegül ve ailesi başka şehre taşındılar. Ayşegül çok ağladı. Onu ilk defa ağlarken görmüştüm. Ben ağlamadım. Ama onun gözyaşları içime oturdu. Yoncayı Ayşegül’e bıraktım. Ne de olsa o bulmuştu. Zaten artık yorulmuştum her gün birisine koşmaktan. Ne çok dert vardı dünyada, ne çok dertli. Ne çok yoksulluk ve yoksul vardı. Yoksul dedektifliğinden istifa ettim yani.

Üniversiteyi bitirdim, işe girdim. İşlerim yerinde, hayat tıkırındaydı aslında. Ama içimde hep bir eksiklik vardı. Hep. Ne yapsam tam olmuyordu. Tam olamıyordum. Bir gün aklıma yoncanın söylediği geldi “Gerçekleşen dileklerinizin gereğini yerine getirmezseniz ömrünüz boyunca yoksulluktan kurtulamazsınız,” demişti. Bu yüzden mi? Yok canım, daha neler?...

Bunu düşündüğüm gecenin sabahında günlük gazeteyi almak için kapıyı açtım. Kapının arasına sıkıştırılmış bir zarf düştü önüme. Zarfı açtım. Bir davetiyeydi. Düğün davetiyesi. Ayşegül ile müstakbel kocasının bu mutlu günlerine davet ediliyordum. Zarfın içinden bir şey daha çıktı. Bilin bakalım ne? Evet bildiniz. Yonca. Yoncamız. Elime alır almaz konuşmaya başladı. “Merhaba Dedektif Cihan. Bugünkü göreviniz…” hemen zarfın içine koydum. Onu dinlemek, yeniden o görevleri üstlenmek istemiyordum. Ben de yoksuldum. Ben de yorgundum. Benim de kanatlarım kırıktı. Tam da şairin Ey çılgın Kanadı kırık her kuşa / kanat olmaktan yorulmuşsun dediği gibiydim. Zarfı çöpe bastım. Çöpü evden çıkardım. Olayı unutmaya çalıştım. Unuttum da nitekim. Ama içimdeki eksiklik, yoksulluk tamamlanmıyordu.

Bir hafta sonu ablam ve yeğenim ziyaretime geldiler. Yeğenim kitap okumayı sevdiği için kitaplığımın önünden ayrılmıyordu. Bir gün iş dönüşü büyük bir heyecanla karşıladı beni. Boynuma sarılıp “Dayıcım bunu bana verir misin? Lütfeeen,” dedi. “Hem senin şansa ihtiyacın yok artık her şeyin tamam,” dedi. Ne olduğunu anlamak için eline baktığımda yoncayı gördüm. Yoncamızı. Göz kırptı bana. Elimi dokunsam “Merhaba Dedektif,” diyecek gibiydi.

Emine Ecran Çeliksu