İdris Dağı’nın eteğinde sarı bir derviş. Yüzünün etrafına yayılan birkaç tüy. Elinde kuka bir tespih. Yüzünün eksikliğini hemen oracıkta tamamlayan. Elleri var. Nasırlı, yer yer uykulu. Yıllar öncesinden emanet edilmiş gibi titrek. Uymuyor vücuduna. Bilmem hangi hastalığın tanısı koyuluyor. Sarı derviş tespihine davranıyor. Rüzgâr var diyor çok rüzgâr.
Babıali yokuşunda chevrolet marka bir otomobil beliriyor. Yönü çınar ağacının gölgesine doğru. Acelesi var gibi. Otomobilin mi, şoförün mü? Yoksa yoksa, sağ arka koltukta fötr şapkalı ihtiyarın mı? Dar sokağı aşıp cami sokağına giriş yapıyor bir hışımla. Arada bir korna ile yayaları uyarıyor. Korna seslerine gazeteci çocukların tiz sesleri karışıyor. Kimse görmüyor ama şoför mahallinde bir saat var. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde müzayededen alınmış antika bir kol saati. Saat son kez 12.05’i gösteriyor. Kimse görmüyor ama son bir hamle yapıp birazdan duracak.
Üç katlı altında bir manifatura olan binanın ikinci katında gergin bir bekleyiş var. Az sonra diyor patron. Arada bir nefes alıyor. Heyecanlı ya da gergin. Pek anlaşılmıyor halinden. Az sonra Ahmet Celal Bey burada olacak. Patronun henüz tanımlanamayan halini çaycının alakasız gevezeliği bölüyor. “Beyim bunca yıldır yanınızdayım, sizin bu kadar şey olduğunuzu görmedim.” Duymazlıktan geliyor patron. Çaycı patronun bu mühim cümleyi nasıl duymadığına hayret ederek elindeki son çayı da masaya bırakarak belki biraz da üzgünlükle tekrarlıyor cümleyi. “Beyim bunca yıld…” Patronla göz göze geliyor. Bu göz göze gelişin bir anlamı olmalı. Arkasına bakmadan çıkıyor odadan.
Üç katlı altında bir manifatura olan binanın ikinci katının geniş odasında masasına konan son çayın son yudumunu hüpleten patron duvardaki aynaya bir bakış fırlatıyor. Saçlarının dağınıklığı canını sıkınca, ağzıyla ellerinin ayalarına hafif tükürükler yapıp dalgalı yerleri açmaya çalışıyor. Beyaz gömleğinin üstüne giyindiği lacivert yeleğin bir düğmesinin nasıl olup da atlandığını anlamıyor. İçinden, bu adı konulmayan ruh halini atmalı. Atmalı ama nasıl. Düğmeleri tekrar iliklerken saatine bakıyor. Saatinin hatırlattıklarına.
İdris Dağı’nın eteklerinde bir derviş. Adı İbrahim. Bir insanın adının İbrahim olmasını herhangi bir sebeple açıklayamazsınız. Zaten derviş, bu sebep sonuçla da ilgilenmiyor. Elindeki tespihin tanelerine bakıyor arada. Bu bakışı bir yerlerden hatırlamakla beraber, hatırına gelen şeylerin kendisini dünyaya bağladığını anımsayarak durmadan dilini damağına değdirip devam ediyor. Gözleri ilerideki yonca tarlasına takılıyor.
Yan odadaki musahhih hanım patronun ruh haline bürünerek üç defa kapıyı tıklatıyor. Efendim diyor. Sesi titrek:
“Efendim, Ahmet Celal Mucip Beyler beş dakikaya burada olacakmış.”
Patron duymazlıktan geliyor. Musahhih Hanım patronun dalgınlığına bir anlam veremeyerek tekrar ediyor cümleyi:
“Efendim, Ahmet Celal Mucip…” Göz göze geliyorlar. Musahhih arkasına bakmadan çıkıyor odadan.
Şoför görevini tam zamanında tamamlamanın verdiği huzurla otomobili park edip arka kapıya yöneliyor. Belini hafifçe eğip tek kolla hamle yapıyor, kapıya. Yüzü kaldırım taşlarına dönük. “Buyursunlar Ahmet Celal Mucip Bey”
Ahmet Celal Mucip, otomobilden inip gayriihtiyari etrafına bakınıyor. Caminin avlusundaki posta güvercinleri dikkatini çekiyor. Bu dikkat çekişin kasıtlı olduğunu sadece kendisi biliyor. Bir de bir de güvercinler. Öyle ya insan başkasından kaçmak için başkasına tutunur. Bu cümleyi Ahmet Celal duysa eminim beğenmezdi.
Merdivenlerden çıkarken bir ah çekiyor Ahmet Celal Mucip, son dönemlerde partilere katılmaması onu odak noktasından uzaklaştırmış gibi. Bunca yıllık nasir, nasıl olur da cemiyete yabancı olur. Biliyor, duyuyor fısır fısır konuşulanları. Hakkında söylenen onca söze bu yaştan sonra pek de kulak kabartacağı yok. Merdivenlerdeki değişiklikler dikkatini çekiyor. Mozaikti buralar. Tırabzanlar demirdendi. Ne olmuş buraya. Yüzünü ekşitiyor. Arkasından gelen şoföre dönüp bir bakış fırlatıyor. Bir bakış. Bu bakış başka bakışlardan kaçmak için. Ahmet Celal okusa bu cümleyi beğenirdi eminim.
Merdivenler bitti, tam yirmi dört adımla. Yirmi dördün bir anlamı yok. Metaforlar günlük hayatta işe yaramıyor. Çaycı yüzünde yapmacık bir gülümseyişle hoş geldiniz diyerek açıyor kapıyı. Kapıyı çaycının açmasının metaforik bir anlamı var. Üç katlı binanın ikinci katının geniş odasında…
Patron ve musahhih göz göze geliyorlar. Arada diz dize gelmişlikleri de var. Neyse bu bizi ilgilendirmez. Hafif silkiniyor patron. Söze ev sahibi başlar. Noktayı misafir koyar. Bunu da Ahmet Celal Mucip’in son kitabından öğrendik.
“Efendim şerefyab olduk. Hanımefendi’ye söylemiştim. Beyefendi’nin gelişleri bizi umutlandırıyor.”
Bu alakasız giriş Ahmet Celal Mucip Bey’i pek memnun etmemişe benziyor. Duvarda asılı duran tablonun içindeki o ayrıntı canını sıkıyor.
“Telif ettiğim yirmi üç kitabı neredeyse ışık hızıyla yayımladınız. Son kitabım okurlar tarafından büyük bir heyecanla beklenirken, neden altı aydır sizden herhangi bir dönüş olmadı?”
Ahmet Celal Mucip Bey’in direkt olarak konuya girmesi patronu ve musahhihi geriyor. Buraya kavga etmeye gelmiş gibi bir hali var. İyi de zaten bu duruma hazırlıklı değiller miydi? Kekeliyor patron. Eeee eee ıııı ııııı.
“Haklısınız Efendim, fakat nasıl desem, bu son eseriniz bizi hayli şaşırttı. Üzerinde çok konuştuk, çok düşündük. Sizde değişik bir hâl var. Yalnız sizde mi? Eserinizde de. Değişik bir yönelim. Okurlarınızın alışık olmadığı bir tema. Bazı dini motifler…”
Ahmet Celal Mucip Bey, tabakasına davrandı. Hep böyle yapardı. Ne zaman sonucunu bildiği ama yine de son ana kadar beklediği o cümlelerle karşılaşsa silahına davranır gibi bir sigara yakardı. Hiçbir şey söylemedi. Zaten buraya da bu sözleri duymak için gelmemiş miydi? Birkaç yıldır gördüğü o düşün bedelini bugün burada ödemeyecek miydi? Yıllarını verdiğini bu sokaklardan, cemiyetten, başlarken gördüğü bu havanın azizliğiyle birkaç cümlenin içine düşerek, kanatarak çekip gitmeyecek miydi? Sırf bunun için burada değil miydi?
“Sizin gibi bir nasirin son romanını yayımlamak yine bize nasip olsun çok istemiştik. Ama Efendim, bize de hak verin. İdris Dağı diyorsunuz, gariban bir Anadolu çocuğunun hayatını metaforlarla metafizikle anlatmaya çalışıyorsunuz. Tamam biz bağnaz insanlar değiliz. Fakat bir polisiyede bunların ne işi olabilir?”
Ahmet Celal Mucip’in kalbi az önce duyduklarından mutmain gibiydi. Garip değil mi sizce de? Ömrünü verdiği edebiyatın kanon tarafından yok sayılması. Hayır değil. Edebiyat alkışlarla yaşar, imza seanslarıyla ilerler.
“Ayrıca biliyorsunuz ki dervişlik müessesi kaldırılmıştır. Size bir konyak ikram etsek, ne dersiniz?”
Ünlü nasir ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemedi, yayıncısına. Dudaklarında sakladığı birkaç cümle vardı halbuki. Kapıya yöneldi. Merdivenlerden çıktığından daha hızlı inerken henüz şaşkınlığını atamamış patron son cümleyi söyledi:
“Yonca tarlasıyla metaforik gönderme yapıp bize başka bir şey söylüyor olabilir mi?”