Teleferittin

Özge Korkmaz

TELEFERRİTİN

Koskoca laboratuvarda tek başımayım. Üstelik on gündür buradayım. Ailemden, evimden, bir inci gibi tepemizde parıldayan güneşten ve yakıp kavurduğu topraktan uzakta, bu soğuk mermerin üzerinde istirahat ediyorum. İki ameliyat geçirdim, vücudumun birkaç parçası artık benimle değil. Numune olarak aldılar, üzerinde araştırmalar yapıyorlar. Bazen yanımda konuşuyorlar. Duyduğuma göre ben baya önemli biriyim. Nadideyim yani, anlarsınız ya. İmkânsız bir aşkın meyvesiyim aynı zamanda. Tamam tamam, sırayla anlatacağım hepsini.

Bundan aylar aylar önce, annemin memleketinde, taşıyıcı kablosu kopan bir teleferik kabini 20 metre yükseklikten karnabahar tarlasına düşmüş. Yani babam. Evet, düşen teleferik benim babam. Kazadan sonra toparlanması epey zaman almış ama şu an sapasağlam. Şükür ki, düştüğü gün herhangi bir yolcu taşımıyormuş. Herhangi bir insana zarar gelmemiş yani. Sadece anne tarafından birkaç uzak akrabam babamın altında kaldığı için ezilerek ölmüşler. Bu olay, hatırımıza düştükçe hâlâ hepimizi üzer. Bu arada annemden bahsetmeyi unuttum: Karnabahar Ferik. Kendisi çok güzel bir kadın. Teni süt gibi bembeyaz, saçları yeşil ve dalgalı. Babamın görür görmez âşık olduğu kadar var anlayacağınız. Tarlaya düştüğü gün, babam epey baygın kalmış. Hak verirsiniz ki, 20 metre yükseklik az değil. Ölmediğine dua etmeli. Ayıldığında gördüğü ilk yüz annemin yüzü olmuş. Annem ona nasıl olduğunu sorup sabaha kadar başında beklemiş. Koskoca tarlada, babamı annemin yanına düşüren şey her ne ise, önceden bu aşkı ve sonuçlarını tahmin etmiş olmalı.

Babamı olduğu yerden almak için çalıştığı firmadan birkaç kişi gelmiş daha sonra. Ancak babam annemin yanından ayrılmamak için ne kadar sıkı sıkı sarıldıysa toprağa, olduğu yerden çıkaramamışlar. Demek ki babamın uçmaya değil toprağa hevesi varmış. Adamlar tarla sahibine zararını karşılayacak kadar para verdikten sonra, yakın zamanda iş makinesiyle tekrar geleceklerini söylemişler fakat tarla sahibi “Ürünleri toplamadan makineyi tarlaya alamam. Yeteri kadar ürünüm heba oldu zaten.” demiş. Sonra da ne gelen olmuş ne giden. Bu olaya annemin ne kadar sevindiğini tahmin etmişsinizdir.

Annemle babam uzun bir süre arkadaş kalmışlar. İkisi de birbirine açılamamış yani. Birlikte keyifli vakit geçirmişler, her gün güneşin doğuşunu ve batışını izlemişler. Babam annemin yakın arkadaşlarıyla tanışmış, anneme de yukarıdan geçen arkadaşlarını tanıtmış. Zaman zaman onları özlediğinden bahsetmiş. Annem de kendini yalnız hissetmemesi için elinden geleni yapmış. Nihayetinde babam bir akşam üstü, güneş annemin saçlarını kınalarken, onu en güzel bulduğu vakitte anneme açılmış. İlk geldiği günden beri onu sevdiğini söylemiş ve evlenme teklifi etmiş. Annem de kabul etmiş tabii ki ve evlenmişler.

Bir süre sonra hasat zamanı gelmiş ve tarla sahibi annemin akrabalarıyla arkadaşlarını toplamaya başlamış. Babam annemin gitmesinden çok korktuğu için bir çözüm yolu arayışına girmiş ve anneme havada kalan kolunu göstererek “Biraz daha kaldırsam, şu boşluktan içeri girebilir misin? Eğer orada olursan seni görmez ve alamazlar.” demiş. Annem her ne kadar sevdiklerinden ayrılacağı için üzülse de babamın bu teklifini kabul etmiş ve kolunun altına doğru gelip saklanmış. Hasat bittiğinde koskoca tarlada sadece annemle babam varmış.

Birlikte oldukları her andan çok keyif alsalar da gün geçtikçe yalnızlığı daha çok hissetmeye başlamışlar. Aileyi genişletmek ve çocuk sahibi olmak istemişler. Sonra da ben doğmuşum işte. Evin ilk çocuğu olduğum için epey üstüme düşmüş annemler, beni çok sevmişler. Klasik “Şu huyunu senden almış, bunu benden.” geyiğini de yapmayı unutmamışlar tabii. Genel olarak kendimi tanımlamam gerekirse bence ikisine de benziyorum. Annem kadar ufak ve beyaz değilim bu konuda babama çekmişim. Rengim daha koyu, kahverengine çalıyor. Henüz küçük yaşta olmama rağmen boyum da annemden uzun şu an ve ondan daha kiloluyum. Annem topraktan geldiği için olsa gerek sakin ve hassastır, babam biraz sert. Ben de ikisinin ortası gibiyim, sağım solum belli olmuyor. İkizler burcu muyum acaba? Olabilir.

Şu an bir yaşındayım. Tam doğum günümde memleketimden ayrıldım. Sebebini ilkin ben de bilmiyordum. Bir grup insan yaşadığımız yere geldiler. Annemin söylediğine göre biri bulunduğumuz tarlanın sahibiymiş, diğerleri yabancı. Beni epey inceledikten sonra “İnanılır gibi değil, bu gerçek olamaz!” nidalarıyla bir güzel söktüler kökümden. Annemle babam ne olduğunu anlayana kadar da ağzı çıtçıtlı şeffaf bir torbanın içine koyup götürdüler. Annem hemen ağlamaya başladı, babam ona sarıldı. Giderken ikisini de sakinleştirmeye çalıştım. “Üzülmeyin, hem gelince size gezdiğim yerleri anlatırım.”

Sonra buraya geldim işte. Laboratuvar dedikleri yere. Burada bana benzeyen pek kimse yok. Daha çok şeffaf, tombik şeyler var. Tanışınca öğrendim adı beherglasmış, çok havalı bence. Benim şu an bir adım yok. Annemle babam bu konuda bir uzlaşım sağlayamamış, doğum gününde karar veririz o zaman diyerek ertelemişlerdi. Al sana doğum günü, onu bile kutlayamadık işte. Buraya ilk geldiğimde üzerime doğru kocaman bir şey getirip gözlerini de onun ucuna dayayıp epey incelediler beni. Biraz utandım, yalan yok. Hayretlerine bir anlam veremesem de konuştuklarını dinleyip bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Galiba içimde demir bulunmasına şaşırıyorlardı. Yahu benim babam kim, hahayt. Teleferik çocuğuyum ben, demir olmayacak da ne olacak. Bu insan türü de bir tuhaf.

İkinci gün benden birkaç uzvumu kopardılar. Neyse ki çok canım acımadı ama biraz sıkıldı. Annem görse üzülürdü çünkü. Gerçi yanına gidince görecek, yine üzülecek. “Neyse herhalde bir işe yarayacak.” diye düşünüp kendimi rahatlatmaya çalıştım. O sırada odaya gelen maskeli, önlüklü insanlar yanımda dikilip konuşmaya başladılar. Duyduklarımı hemen anlatıyorum. Bu insanların bazılarında demir eksikliği denilen bir kansızlık türü görülürmüş. Kan ne demek bilmiyorum ama demiri biliyorum. Demek onlara da lazım oluyormuş. Neyse ki benim babam teleferik. Neyse ne diyordum, işte bu demir eksikliğinin şıp diye geçiren bir tedavisi yokmuş. Ancak bazı besinlerle elde edilebiliyormuş, çok azaldığı durumlarda da hap veya serumla vücuda takviye yapılıyormuş. Hatta aşırı derecede demir eksikliği olan insanlarda toprak yeme isteği bile olurmuş. Benim annem toprakta yetiştiği için, dolayısıyla ben de, bu açıdan da şanslıyım. Tüm bunları niye anlattın derseniz, galiba bu hastalık için kesin çözüm benim. Az önce içeri girip sohbete sonradan dâhil olan, gözlüklü ve ince kızın dediğine göre, insanların beni sadece bir kere yemiş olması bile ömür boyu vücutlarının ihtiyaç duyacağı demiri depolamak için yeterliymiş. Onlara göre ben bir mucizeyim ve türümün ilk örneği. Bu yüzden nasıl ortaya çıktığım büyük bir merak konusu. Gerçi niye bu kadar şaşırdıklarını ben hâlâ anlamış değilim, bir teleferikle bir karnabahar birbirine âşık olmuş olamaz mı?

Üç gün daha geçti aradan. Artık eve dönme vakti. Biraz eksik bir şekilde -birkaç kolum ve bir tutam saçım onlarda kaldı- aynı çıtçıtlı torbaya tekrar kondum. Annemle babamın yanına gidiyoruz. Sanırım onlardan nur topu gibi, yani ben, birkaç evlat daha yapmalarını isteyecekler. Çünkü insanların bize ihtiyacı var.

Yolda giderken evimi ne kadar çok özlediğimi fark ettim. Ailemi düşündüm. Ben gidince ne yaptılar acaba? Annem kesin çok ağlamıştır, şimdi beni böyle görünce yine ağlar. Demiştim, o sakin ve hassas bir karnabahar. Bir keresinde bana babamı ilk gördüğü anı anlatmıştı, nasıl âşık olduğunu. İnanır mısınız o zaman bile ağladı. Bana şöyle demişti o zaman: “Babanı gördüğüm zaman aşkın kötü bir şey olmadığını anladım çünkü onu ilk defa tattım. Tarlaya çalışmaya gelen insanlar zaman zaman aşk hakkında konuşurlardı. Onun kötü, acımasız, yaralayıcı bir şey olduğundan bahsederlerdi. Bunları duyunca korkardım ama artık korkmuyorum. Çünkü sen doğunca daha iyi anladım ki aşk her zaman yaralıyıcı değildir.”

Nihayet tarlaya geldik. Annemle babamın yanına inince onlara kocaman sarıldım, daha doğrusu onlar bana sarıldı. Kollarımın akıbetini biliyorsunuz. Onlara olan biten her şeyi anlattım. Beni neden götürdüklerini, orada neler yaptıklarını, buraya tekrar niye geldiğimizi. Hayretle dinlediler beni, aynı zamanda gurur duydular. Babam gözlerimin içine bakarak “Bir türlü koyamadığımız adını koyalım o halde. Annenle anlaştık, senin ismini ben koyacağım. Senden sonrakilerinkini ise annen. Madem demir eksikliğinin ilacı sensin, o zaman senin ismin Teleferritin.” Hem ismimi ilk kez duymuş olmanın hem de babamın “senden sonrakiler” derken kastettiği şeyin şaşkınlığını yaşıyordum. Anneme döndüm, tahmin edersiniz ki yine ağlıyordu, bana kardeşim olacağı müjdesini verdi. Sevinçle kollarına atıldım, sımsıkı sarıldı. O sırada yaşadıklarımızı düşündüm, bunlar tesadüf değildi. Annemle konuştuklarımız aklıma geldi. Kulağına eğilip fısıldadım: “Haklısın anne." dedim. "Aşk her zaman yaralayıcı değildir, bazen de iyileştirir.”

Özge Korkmaz

•Ferritin, demirin çözünmesi, depolanması ve salınmasından sorumlu bir tür protein kompleksidir.

•Zorluk: Kahramanınız bir teleferik ile bir karnabaharın çocuğu olsun.