İçinde bulunduğu can sıkıcı durumu daha ne kadar görmezden gelebilirdi? Bilmiyordu. Bu çatlamış toprak parçalarının kuru taneleri, yapraklarının arasına girerek onu huylandırıyordu. Bu hissi sevmezdi. Sadece birkaç mili bulacak kadar hareket etti. Aslında yerinde saydı. Yer. Yüzyıllardır tıpkı ataları gibi yaşıyordu. Olgunlaşıyordu, koparılıyordu, haşlanıyor veya kızartılıyordu. Başka ne olsundu zaten. Gerçi başka olacak bir şey de bulunurdu muhakkak, insanların mutfak kültürü bir hayli gelişmişti. Bir metre, hadi diyelim elli santimetre bile olsa uzaklaşamamıştı bulunduğu yerden. Şu çiftliğin kapısı bir kere onun için açılmış olsaydı ne olurdu? Bu çitlerin ve tepelerin ardında ne olduğunu bir bilseydi... Talihsiz kaderi bir an olsun değişseydi… Aynı yerde olmaktan ve aynı şeyleri görmekten çok sıkılmıştı. Minik beyaz ağaçları adedince sıkılmıştı.“Keşke beni alsalar, bir başka yere dikseler...” diye iç geçiriyordu bol bol. Bu isteği ta kalbine kadar ulaşmıştı bir kere. Artık huzursuz bir bacaktan farksızdı.
Kalbinde duyduğu bu isteği kabartan bir şey daha vardı. Belki de her şeyin müsebbibi, bir dağdan bir dağa uzanmış ve tam da Karnabahar’ın tepesinden geçen bir teleferik hattı… Sıra sıra dizilmiş birçok teleferik kabini vardı ama o sadece birinin yolunu gözlerdi. Günde iki tur yapardı teleferikler ve gidiş dönüşleri de hesap edersek toplam dört kere görebilirdi gönlünü kaptırdığı o Teleferik Beyi. Her turunda daha çok hayran kalırdı ona, her turunda başka bir ayrıntısını keşfederdi. Sadece gidiş turlarında görebildiği sağ camının en alt kısmındaki lekeden tanırdı onu. Sonra kapı kolunun diğerlerine nazaran daha yıpranmış olmasından, üzerine çalılar ile yuva yapmış kuşlardan… Acaba nereden geliyor ve nereye gidiyordu?
Teleferik, karşıda görünen dağlardan birinde, münzevi bir hayat süren bir bilgenin mağarasına ulaşıyordu. İnsan olmak isteyenlere bir beden, yürümek isteyenlere bir ayak, borçlulara ödeme kolaylığı, yalnızlara sıcak bir kalp, çocuğu olmayanlara nur topu gibi bir evlat için bazı özel dualar eder ve karışımlar hazırlardı. Civarda ne kadar insan, kurt, kuş, çiçek, böcek varsa teleferiğe biner ve bilgeye varmak için yola koyulurdu.
Karnabahar, köklerinden bağlıydı bu çatlamış toprağa. Teleferik’e binmek bir yana, elli santimetre bile hareket edemezdi o. Onu seven bir insan evladı, bitki evladı, hayvan evladı bulmak çok zordu. Onu seven çok nadir bulunurdu. Kimseye rica minnet edecek durumda da değildi. Onun gözü uzak diyarların camdan atlı prensinden başka bir şey görmüyordu zaten.
Teleferik, bilge ile tanıştığında bir sepet dolusu telef olmuş erikten ibaretti. Ondan memnun olmayan ve yanında istemeyen sahibi, karşısına çıkan ilk teleferik kabinine koymuştu sepeti ve “Nereye gidersen git! Senden bir halt olmaz!” diye de bağırmıştı arkasından. Zaten telef olmuş bir sepet dolusu erik olduğu hâlde bilgeye varana kadar ağlamaktan bir kere daha telef olmuştu. Telef üstüne telef. Ne yazık.
Bilge onu çok sevmişti, kimselerin göremediği bir şeyi görmüştü onda. Kendisine yardımcı olması için onu bir teleferiğe dönüştürmüştü. Kimsenin göremediği bir şeydi bu işte. Camlarındaki lekeler, kapı kolunun yıpranmışlığı bu yüzdendi. İşe yarar bir şeyler yapıyor olması ne çok mutlu ediyordu Teleferik’i. Ama şimdiye kadar bilgeden başka kimse sevmemişti onu ve başka kimsenin onu seveceğine de ihtimal vermezdi.
Bir sabah çatır çutur sesler ile uyandı Karnabahar. Yeterince olgunlaşmış olmalıydı ki çiftlik sahibi onu kopartıyordu. Kasaya fırlatıverdi Karnabahar’ı ve oradan da doğrudan kamyonete konuldu. Sonunda Karnabahar yerinden ayrılıyordu ama istediği gerçekten bu muydu? O çok sevdiği Teleferik Beyden kim bilir ne kadar uzak olacaktı? Karnabahar, ne yerinde kalmak istiyordu ne de Teleferik’inden ayrılmak…
El-mecbur, kamyonetin arkasında sallana sallana geçti yolları. Yollar, uzuyor uzuyor ancak varmıyordu bir yere. Nihayet teleferik hattının başlangıç durağında durdular. Karnabahar etrafa göz gezdirdi ve nerede olduğunu anladığında fenalaşacak gibi oldu. O esnada çiftçilerin kendi aralarındaki konuşmalarını duydu. Karşı dağda yaşayan bilgenin özel siparişiydi ve özel yardımcısı ile ona ulaşacaktı. Karşı dağda yaşayan bilgenin özel yardımcısı kim acaba diye düşünürken sevdiği Teleferik Bey tam önünde durdu ve Karnabahar kendisini kabinin içinde buldu.
Fotosentez nasıl yapılırdı? Unutmuş gibi davranıyordu. Brokoliye benzeyecek kadar yeşillenmişti utanmaktan. Nasıl duracağını bile bilmiyor gibi davranıyordu. Gibi değil, nasıl duracağını bilmiyordu. Teleferik, Karnabahar’ı tam o anda minik beyaz ağaçlardan oluşan bir çiçeğe benzetecek kadar sevmişti. Evet, ilk görüşte yani. Ne hoş biriydi, ne nahif, ne beyaz…
Nihayetinde Teleferik ve Karnabahar birbirini sevmişti işte. Karnabaharın talihsiz kaderi mi dönmüştü yoksa kaderi kalbinden geçen bir yol mu tutturmuştu bilinmez. Kimsenin nasıl olduğunu anlayamayacağı bir şeydi bu. Evlendiler elbet. Karnabahar da bilgenin evinde onun sağ kolu oldu. Sevgileri gün geçtikçe arttı, eksilmedi ama yetmedi de. Bir çocukları olsun istediler. Bu isteklerini bilgeye açtılar. Bilge “hay hay” dedi ama bir şeye karar vermeniz gerekiyor: Bu çocuk teleferiğe benzeyen bir karnabahar mı olsun, karnabahara benzeyen bir teleferik mi? Düşünün, taşının, kararınızı verin, öyle yanıma gelin.
Karnabahar, kendi kör talihini bir de evladına yaşatmak istemiyordu. Bir teleferik olmasını istedi yavrusunun. Büyüsün, serpilsin ve babası gibi bir dağdan bir dağa gezsin dursun. Teleferik de bundan memnun oldu. Kararlarını bilgeye ilettiler. İkisi de bilgenin şundan, bundan, ondan birkaç otla hazırladığı bir karışım içtiler. Bir günlük derin bir uykunun ardından yanı başlarında minik bir teleferik buldular. Tepesinde minik beyaz ağaçları, altında yeşil yaprakları ile tüm teleferiklerden farklı ve çok daha güzel bir çocuktu. İsmini de babasının atalarının ismi diyerek Erik koydular.
Erik, nihayet teleferik hattına takılacak kadar büyümüştü. Canı deli gibi keşifler çekiyordu. İlk yolculuğu için müthiş heyecanlıydı. Bu iki dağın arasında beklediğinden çok daha fazla şey vardı. Çeşit çeşit kuşlar, göğe uzanan ağaçlar, bir boz ayının kayalıklarda emin adımlarla ilerlemesi… Keşfedilecek ne çok şey var diye düşündü. İlk zamanlar her şeyi hayranlıkla izledi ve gözlerini bir an olsun bu iki dağın arasında olan bitenden ayırmadı.
Göçmen bir kuş sürüsüne takıldı gözleri Erik’in. Onun yanında süzülüp duruyorlardı. Kendisine yakın olan bir kuşa seslendi: “Hey, nereye gidiyorsunuz böyle hep birlikte?” Kuşlar, hızlarından hiç taviz vermeden ve kafalarını dahi Erik’ten yana çevirmeden cevap verdiler: “Arkamızdaki sayısız dağı aştık ve önümüzdeki sayısız dağı aşmaya gidiyoruz.” Erik, bu cevap karşısında iyice şaşırdı. Önümüzde ve arkamızda sayısız dağlar vardı demek… Keşfedilecek milyonlarca şey demek oluyordu bu. Minik beyaz ağaçları adedince heyecanlandı.
Zaman geçtikçe aynı iki dağın arasında yaptığı turlar Erik’e yetmez oldu. Bu dağların ardında acaba neler vardı? Aynı yerde olmaktan ve aynı şeyleri görmekten çok sıkılmıştı. Minik beyaz ağaçları adedince sıkılmıştı.“Keşke beni alsalar, bir kuş yapsalar...” diye iç geçiriyordu bol bol. Bu isteği ta kalbine kadar ulaşmıştı bir kere. Artık huzursuz bir bacaktan farksızdı.
Ayşenur Oskan