Sineyimillet

Yakup Karahan

Annem her şeyin izahatine girişme huyumu, babaannem olduğunu öne sürdüğü Mübahat Hanımdan aldığımı söylüyor. Şimdiye kadar götürüp getirdiği on binlerce yolcu arasında onun gibisine bir daha rastlamadığını da ekliyor. Her detayı korkulu bir merakla inceleyen arkadaşını dirseğiyle dürte dürte,

“Aa bak bak, şu tellerde cereyan yürüyor. Tevekkeli dememişler gavur işi diye. Çekmeyle olsa kol-kuvvet mi dayanır bu alamete,” diye sefer boyunca anlatmış durmuş Mübahat.

“Alamet” dediği annem. Yani pazardan dönerken, devlet ricalinin katılımıyla yapılan açılış gününe özel olarak bilabedel bindiği teleferik. Kaynanası, teleferik hattının son durağı olan Karanfilli Bahçeye varana kadar bir türlü emin olamamış annemden;

“Kız bu yolun ortasında dınk diye durursa ya, ne ederiz?”

Kendi kendini teskin etme biçimi de son derece kırıcıymış, çünkü teselli bulduğu şey annemin üstün tasarım ve becerilerinden çok daha farklı bir konuyla ilgiliymiş;

“Neyse, ne de olsa hükümetin adamları da bizle bir bindi bunlara. Bir şey olursa onların hatrına hemen el atarlar bize de.”

Allah’tan dönüş turunda annemin teknik detaylarını incelemeyi kesip afaki konulara atlamış. Pazardan kaptığı karnabaharı, ki kendisi pederim olur, ondan çıkaracağı mücveri, musakkayı anlatmaya başlamış. Mübahat, babam hakkındaki övgülerini “Karnabahar, karna bahar getirir,” diye sürdürürken, annemin, siz insanlarda kalbi hissiyata tekabül eden “Minimum zahmet- maksimum fayda” programı depreşmiş. O esnada babam da nebatat cinsinden beklenmeyecek kadar hızlı bir bereket arayışının etkisinde annemi gözlüyormuş.

Ben işte bu tabiat çarpılması anının on yedinci dakikasında dünyaya geldim. Doğumumun bu kadar geç gerçekleşmesinin, babamdan aldığım unsurların, annemin dizayn edilişinde hesaba katılmayan oluşum süreçlerini gerektirmesinden kaynaklandığını düşünüyordum. Annemden makinelerin zorlamaya gelmeyen kırılgan ruhunu, babamdan da bütün tarihi ihtiva eden nisyan bilmez toprak hafızasını alarak, camekanlı ve metal boynuzlu bir karanabahar halinde ortaya çıktım. Annem bir teleferikti ve öngörülemeyen, niyeti belli olmayan ya da mizacını bilmeyen birinden gelen müdahaleler karşısında kolayca bozulabilirdi. Babam bir karnabahardı ve atalarından, dünya kurulalı beri toprağın üzerinde olup biten her şeyin şahitliğini miras alarak bilgeleşmişti.

Yerin otuz metre üzerinde gözlerimi ilk açtığım andan, o gün bir akşam yemeğine dönüşecek olan babamın poşet içinde turnikelerden geçip uzaklaşmasına kadar geçen süre sadece dokuz dakikaydı. Bu dokuz dakika içinde sadece Mübahat’in kınamalarını dinlemiştim:

“Bu ne mendebur bir şey çıktı ayol. Boyunu anasından, gıdasını babasından alaydı yedi mahalleye kapuska pişirirdim bununla.”

O akşam babamı yiyen aile efradı eksiksiz ishal olacaktı. Bu sezgi atalarımdan tevarüs eden bilginin bir parçasıydı; tabiat dediğimiz nimet, açgözlülüğü ve nankörlük olarak da anlaşılabilecek küçümsemeleri kabul etmez, doğasını intikam yolunda işletirdi.

Babamı uğurladıktan hemen sonra beni de hat üzerinde anneme yakın bir noktaya astılar boynuzumdan. Demirbaş kaydım düşüldü, seyir sistemine dahil edildim ve turlara başladım. Kabinim küçük olduğu için genellikle çiftleri taşıyordum.

Muhteşem bir terkiple var olmuş, minyonluğum ve çiftlere özel ayrıcaklı konumum sebebiyle diğer teleferikler arasında sükse yapmıştım. İstasyona bıraktığım yolculardan, göğsümde yolculuk ederken kendileri sıcak bir kır evinde hissettiklerini duymak artık sıradan bir iltifattı benim için. Gelgelelim insanların tuhaf yapısına duyduğum merakla edindiğim izlenimler, beni gitgide insanlara özgü bir çıkmaza sürüklüyordu.

Karanfilli Bahçeye bıraktığım kimi çiftler, uçsuz bucaksız hayaller kurdukları yolculuklarından sonra orada ne yaşıyorlarsa dönüş yolunda farklı araçlara binecek kadar bileniyorlardı birbirlerine. Elbette hafızamda buna benzer manzaralara dair sayısız örnek mevcuttu. Fakat kainatı emrine amade kılan insanoğlu nasıl oluyor da kendi aralarındaki ilişkileri belirleyen beklentilerin kölesi olup çıkıyordu, anlamıyordum. Meseleyi şalterlerimizin indirildiği bir akşamüstü anneme açtım. Rüzgar ve güneşin etkisiyle yeşillenen etli kısımlarımı gözden geçirdikten sonra,

"Nenenin cinsine çıkmışsın sen," dedi hayıflanarak.

"Anne sorduğum şey bu değil."

"Annelerin verdiği cevaplarla yetinmeyi bilmelisin sevgili oğlum."

"Toprak, makineler ve anneler. Hepiniz aynısınız. Hem çok cömertsiniz hem de aklı çatlacak kadar sırlı."

"Geç oldu, hadi yat uyu. Yarın erken kalkacaksın."

Aklımdaki soruları çözmeye kararlıydım, annem dalınca gözlerimi açıp yıldızları seyretmeye başladım. Kimse Muş Ovasına mango ekip meyve almayı beklemiyordu, ama herkes birbirinden verebileceği şeylerin fazlasını umuyordu. Eşler birbirinden, baba evlattan, evlat babadan, patron işçiden, hükümet vatandaştan, hasılı insan insandan.

Ben henüz bu ufak ve alışıldık meseleyi bile kendime izah edememişken, aynı gün içinde hem annem hem de ben korkunç olaylar yaşadık. Annem başta kimsenin çözemediği bir sebepten, göğsü yolcularla doluyken yolun ortasında kalakaldı. Üstelik panikleyen yolcuların çığlık çığlığa oraya buraya zıplaması yüzünden sarsılmaya başladı. Derhal elektriği keserek, annemi çekip bakıma gönderdiler. Dış aksamını gözden geçiren istasyon görevlileri anlamaz gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Bu hiç de iyiye alamet değildi, çünkü içerde oluşan yara öyle kolay kabuk bağlamazdı.

Zavallı validemi vinçle kaldırırlarken gözlerimde tuhaf bir yanma hissettim. Babamdan bana geçen etlerden gözlerime hücum eden özsu bakışlarımı bulandırıyordu. Suyu çekilmiş etlerim sararmaya başladı. Bunu bana öğretmemişlerdi. Annemi son kez göreceğimi, onun bir hurdalıkta başka makinelerin, ev aletlerinin imalinde kullanılmak üzere MTS’nin demir elinde hurdahaş edileceğini biliyordum. Zihnimde her türlü ayrılığın bilgisi vardı elbette, ama buna nasıl tahammül edeceğimi bana öğretmemişti atalarım.

Camekanımdaki ıslaklığı çekpasla sildikten sonra seferleri tekrar başlattılar. Yaşanan aksaklıktan ötürü teleferik bekleyen yolcuların çoğu dağılmıştı. O yüzden ilk turda Karanfilli Bahçeye yolcusuz gittim. Bahçe istasyonunda, yanlarında beş yaşındaki oğullarıyla bir karı kocayı aldım. Sanki keyifsizliğim onlara da sirayet etmiş gibi, küçük kahkahalar atarak camdan manzarayı seyreden çocuklarının neşesine rağmen karı koca somurtarak oturmuş, farklı yerlere bakıyorlardı. Ne olduysa oldu, tartışmaya başladılar. Adam kalın sesiyle karısının sesini bastırmaya çalışıyor, üzerine hamle yapacakmış gibi ayaklanıp tekrar oturuyordu. Nihayet tartışmaları herhangi bir neticeye ulaşmadan birkaç saniye sessizce oturduktan sonra, adam camımı yumruklamaya başladı. Niyeti camı kırıp eşini aşağı atmakla tehdit etmekti. İstasyona ulaşmaya daha üç dakika vardı. Çocuk ağlıyor, annesinin boğazına sarılırken yaşlı gözlerini babasından ayırmıyordu. Allah ne verdiyse bütün gücümü boynuzumda toplayıp vücudumu sallamaya başladım. Aile bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaya başladı. Korku şimdi sadece çocuk ve anneyi değil camıma tebelleş olan andavalı da sarmıştı. Dersini almıştır diye düşünüp durduğumda, adam blöf yaptığımı mı anladı yoksa daha mı fazla hırslandı nedir, bu sefer kafa atmaya başladı cama. Tekrar sarsılırsam diğer iki masuma büyük bir korku daha yaşatacaktım, ama adamı da durdurmalıydım. Bir buçuk dakikalık yol kalmıştı. Görevliler olumsuz bir durum olduğunu anladıkları için harekete geçmiş beni bekliyorlardı. Sonunda adamın kafa darbeleriyle camım çatladı. Köşeye sıkışan kadının yüzünden kan çekilmiş, çocuk olacaklara teslim olmuş gibi yüzünü annesinin kucağına gömmüştü. Tek hamleyle adamı sarsıp, diğer tarafa savurdum. Hat kablosu esnediğinden aşağı yukarı sallanıyordu bütün teleferikler. Adamın çarptığı diğer tarafımdaki cam da çatlamıştı. Neyseki olduğu yerde çöktü kaldı.

Adam, kadın ve çocuktan sonra görevlilerin sorgulayan bakışları eşliğinde kabinden çıkarken, kapımı kapatıp sağ bacağını kıstırdım. Görevliler bilir bilmez düğmelerime basıyor, hava kolumu çeviriyor, kapıya abanıp açmaya çalışıyordu. Kendimi ileri atıp hat üzerinde kısa bir mesafe aldım. Yerde sürüklediğim adamın kıyafetleri ensesinde toplanmış, sağa sola küfürler ediyor ve beni tekmeliyordu. Eğer akımı kesmeselerdi, gökyüzünde güzel bir tur attıracaktım cengâvere.

Bana da ne olduğunu çözemediler, çünkü yaram içimdeydi ve müdahale edilecek tarzda bir kopukluk değildi bu. Olaydan sonra bütün sistemi bakımdan geçirmek için bir hafta kapatıldı teleferik.

Şimdilik Mişelin yıldızlı bir Fransız lokantasındaki difrizde şoklanmış halde yatıyorum.

Ayrıca, eğer Mübahat’in şirret gelinin evine kahve içmeye giderseniz, bende pişirdiği kahveyi ikram edecektir size. Bu arada fincanı içine koyduğu imitasyon zarflar da annemden mamul. Mübahat’ın mezarı başında da benden bir iz bulabilirsiniz. Kabrin başındaki servi yeğenimdir, selam gönderirseniz o iletir bana.