Görev: “Bu hafta başkarakterimiz: Bir karnabahar ile bir teleferiğin çocuğu olsun.
Nasıl yani? Konu ve kurgu hakkında tamamen özgürsünüz, ancak karakterinizin kim olduğunu iyi yansıtmalısınız. Aa meğerse karakterimiz bi akıl hastasıymış, aa meğer hepsi bir rüyaymış gibi, zorluğun etrafından dolaşan kurgular kabul değil.”
EVLAT OLSA
Teleferik Efendi anlamsızca gidip geliyor iki durak arasında. Zaten kaç durak var ki? Durak denmiyor ona ama ne? Gerçi konumuz o değil.
Efendi Teleferik. Gidiyor ve geliyor.
Her günü aynı. Her Allah’ın günü aynı cızırtıyı duya duya. Sanki dünyanın en garip manzarasını göreceklermiş gibi itişe itişe binen, eğlence fakiri insanları taşıya taşıya. Asfalt be manzara asfalt! Ayyy diye heyecanlandığın şey izbandut gibi binaları görmek. Şu camların hâline bak! Çocuğun çikolata şeker yiyor abla, o ellerini niye silmiyorsun? Yapıştıracak elini şimdi cama. Dur dur yapma. Hah aferin, iyice sür sür.
Gidiyor ve geliyor.
Her dakikası aynı. Her dakikanın aynılığını düşün hadi. Beceremezsen bir teleferikten yardım al. Aynıymış her dakikan. Sen artık teleferik olmuşsun. Birbirinden farksız dakikaları sırtlanmışsın. İnsan olsan ziyanda olurdun ama. İzlediğin, saçma güzergâhına dâhil olduğun teleferik, senmişsin. Şaka şaka, ellerin terlemiş korkma. Sen insansın, yaklaş bir şey diyeceğim: “Bu daha kötü.”
Teleferik duruyor durağında. Durak mı deniyordu ona? Duruyor. İki kişi biniyor. Yaşları da epey var ha. Birisi binmek istemiyor belli. Yüzü nasıl demeli? Tuzlu kahve içmiş gibi. İyi ama tuzlu kahve içtikten sonra gülüyor içenin yanındakiler? Kahveyi sunan da gülüyor. Tuzlu kahveyi içen gülmüyor ama. Belki de gülmemenin provasını alıyor o an. Şşş tamam size demedim. Niyet okumak yok.
İki kişi biniyor. Diğeri mutlu. Heyecanlı da. Onun yüzüyse neye benziyor? Onun yüzü. Diyelim ki evlerde suların henüz akmadığı zamanlar. Helkelerle ya da eşeklere yüklenen bidonlarla su çekiliyor evlere pınarlardan. Ama bir gün buna rağmen eve çamaşır makinesi alınmış. Evin çocuğu gelip gidip ambalajında duran makineyi izliyor merakla. Bir gün biraz yırtıyor ambalajı ve makinenin tuşlarına dokunuyor. Yeni elektronik eşya kokusunu bildin mi? Bu koku hoşuna gidiyor, bir taraftan da tuşlarına dokunuyor. Bir gün evlere su geliyor, makine kuruluyor. Makinenin o ilk çalıştığı anki çocuk sevinci. Çocuk sevinci gibi bir yüz, deseydik de olurdu. Ama bizi buraya edebiyat topladı. Bırakın da parçalayalım. Edebiyatı.
Poşetler var ellerinde. Geçiyorlar oturuyorlar. Biri homur homur. Biri şıkır şıkır. Şıkır şıkır yani sevinçli. Oynamıyor yanlış anlaşılmasın. “İyi halt ettik ha,” diyor biri diğerine. “Yukarıdan asfalt izlemeye de bayılırım.“ Dilimiz çok zengin. Adam bayılırım dediyse bayılmadı. Lafın gelişi yani. Maytap geçiyor eşiyle. Maytap: İsim, Farsça mâh+tâb. Yandığında renkli ve parlak ışıklar saçan, şenlik gecelerinde yakılan havai fişek. Kadın oralı değil. “Ne var ayol? Heyecan olur işte. Kaçmadı ya ev. Hıh.” Tuzlu kahveyi hatırladınız mı? Niyet okumak yok.
Poşetin birinde karnabahar var. Diğer poşetlerde ne var bizi ilgilendirmez. Milletin mutfak sırlarını dökecek değiliz. Karnabahar lazım bize hem. Burnunuza haşlanmış karnabahar kokusu geldi mi? Geldi. Gelmemesini dileyenler var aranızda. Ya da bundan mutluluk duyanlar. Tüm sır burada saklı. Dünyada iki tip insan var. Nötrleri saymıyorum. Onlar nötr. Saysam nötr olmazlar. Zaten dünya, nötrlerden pek hoşlanmaz. Kavganın iki ucundan biri olmak daha zevkli. Saldırıya uğradığının farkına varmak.
Karnabahar. Nötr ama. İki insan genelde nötr bir şey yüzünden karşı karşıya gelir. Siz ey karnabahar sevenler ve sevmeyenler, nötr bir şey yüzünden karşı karşıyasınız, uyanın. Karnabahar, poşetinde sakin sakin duruyor. Nasıl durması gerekiyorsa öyle. Teleferikse cızır cızır, gacur gucur sesler eşliğinde iki misafirini bir amacın olmadığı yere taşıyor. Sonra aynı amaçsızlıkla geri dönecek iki yolcusuyla. Evhamlı yolcu içinden geçiriyor. Teleferiğe binme kuralı bilmem kaç. Bunu içinizden geçirmelisiniz. Kabul olmaz o zaman. “Şu halat bir kopsa, vallahi parçamız kalmaz. Vızır vızır da araba geçiyor. Asfalta sinek gibi yapışırız sinek gibi.” Diğerinin umurunda değil. Kahve?
Yarı yola geldiklerinde teleferik şöyle bir sallanıyor. Zınk diye duruyor. Şehadet getiriyor biri. Şu an lazım çünkü. Diğeri ”n’oluyor ayol?” diye şaşırıyor. Korkmalı hâlbuki. Yok, şaşırmayı tercih ediyor. Tercihlere saygı duyarız. Annemiz pazarcıya:“Sen ver şu kelebekli çorabı, diğerini giymez bu.” dediğinde saygılıydık. Sonra seçmeli dersler mevzusu var ki bu, seçimlere saygıyı öğretmenin baş yöntemidir.
Karnabahar poşetten çıkıyor bu hengâmede. Teleferiğin bir köşesine saklanıyor. Saklanmadı, denk geldi de oraya yuvarlandı sananlarınız varsa yanılıyorlar. Burada klavyenin sahibi benim. Ben saklandı dediysem saklandı, o kadar. Ali kıran, baş kesen: Deyim. Zorba. Aleksi Zorba. “Taşlar varlıklarına inişte sahip oluyor.”
Teleferik hareket ediyor yeniden. Tansiyonlar fırlamışken. İnsaflı teleferikmiş. Bindikleri yere gelince apar topar iniyor çifte kumrular. Karnabaharı umursayan olmuyor. Can mı karnabahar mı? Karnabahar bir köşede kalakalıyor.
Bir gün sonra. Her şey yine aynıyken yani. Bu çok acıklı bir sahne, her günü aynı sanmak. Ama yine de öyle bir günken. Teleferiğin bulunduğu belediye el değiştiriyor. Yeni gelen belediye başkanı diyor ki:”Yahu teleferiğe ne gerek? Kaldırın gitsin bunu.” Teleferiğin umuru değil. Doğalı bu. Başkanın yanında gezen, tercihen lafazan, atik ve çalışkan biri diyor ki:”Başkanım, bölge halkı onu çok sever. Çalışmayacaksa da öyle kalsın sembolik olarak. Tarihî olsun zamanla. Tabii siz daha iyi bilirsiniz.” Tabii siz daha iyi bilirsinizin üstüne söz olmaz efendiler. Başkan da:”Tabii ben daha iyi bilirim,” diyor ve kaldırmıyor teleferiği. Teleferik çalışmıyor artık. Öylece kalıyor.
Karnabahar da hâliyle teleferikte kalıyor. Tencere hâlbuki onun yeri. Ne işi var onun burada? Günden güne çürümeye başlıyor karnabahar, teleferiğin umuru değil. Doğalı bu. Umursasa insan olurdu. Ama teleferik o.
Günler geçiyor, teleferikten kokular gelmeye başlıyor. Bunu hayra yormuyor ahali. Ahı tuttu diyorlar. Teleferik acı çekiyor, diyen oluyor. Biri de diyor ki, bunu derken yüksekçe bir yere çıkmış şehadet parmağı havada:”Hayır hayır,” diyor. “Bu koku değildir. Teleferiğin evladıdır ve bize emanettir.” Biri yerden bir taş kapıyor ağzında galiz bir küfürle ama en günahsızlarını bulamadıklarından atamıyorlar taşı adama. Konuşan adam haklı sayılıyor böylece. Bu koku, bu metal ve karnabahar karışımı koku, teleferiğin evladı sayılıyor.
“-Kokudan evlat mı olur kralım?
-Buraya kadar her şey tamamsa, bunu sorgulamak pek abes.”
Amasya’da bir köyde bulunan Kral 1.Antonyos dönemine ait olduğu sanılan bir kil tabletinde böyle yazıyormuş.
Teleferiğin ve çürümüş karnabaharın biricik evlatları, tüm beldeyi dolduruyor. Her yerde o koku. Her evden içeri giriyor. Kimse de oda parfümü sıkmıyor. Çünkü hâlâ ilk taş atılamadı. Teleferiğin ve o zavallı karnabaharın biricik evladına oda parfümlü saldırı olur mu hiç? Ozon tabakasına da zararlı.
Hakkında efsaneler artıyor da artıyor. Mübalağa sanatı alıyor yürüyor beldede. Evlerinizi havalandırmayın, diye belediye hoparlörlerinden anons bile geçiliyor. Kimisi gizlice açıyor tabii pencerelerini konu komşu görmeden, karnabahar ve teleferik efsanesinin biricik varlığına tahammül edemiyor yani. Tahammül: i. (Ar. haml “yüklenmek, taşımak” tan, tehammul) Zor şeylere dayanma gücü, ses çıkarmadan katlanma.
Koku öyle bir sarıyor ki beldeyi, belde ismini kaybediyor. Yeni bir isim konuluyor: Kokulu. Umudunuzu yitirmeyin, demenin bir şekli bu. Umudunuzu yitirmeyin, bakın karnabaharın ve teleferiğin çocukları o koku, bir yerin adıyla sanıyla hâkimi artık. Ortalıkta heyula gibi dolanan bu koku, her yere siniyor. Beldeye giren başta öğürse de bir süre sonra alışıyor. Hatta beldeden ayrılırken övüyor bile: “Mis gibiydi mübarek. Hacı yağı yanında hiç kalır. Keşke bizim oralara da gelse.”
Allah’ın bu sevgili kulunun duası kabul oluyor. Koku, o misafirin beldesini, civar beldeleri sarıyor. Bazen nefesini tutup da yeniden nefes alan kimisi, itiraz edecek oluyor, “açın şu şehrin her yanını, cereyan yapsın da çıksın şu koku,” diye. Ahali, arasına alıp anında tartaklıyorlar haini. Daha ilk taş atılmadı çünkü. Koku uyuşukluk yapıyor insanlarda. Beyinleri işlemiyor neredeyse. Ayakkabılarını nasıl giyeceklerini bile unutuyorlar. Yüzleri solgun, sesleri cılız.
Şehre bir gün yalın ayak, kafası dazlak bir keşiş çıkageliyor. Elinde bir buhur, hoş kokular saçan. Arkasında ona itaat eden on, on beş kadar genç dazlak sürüsü. Hepsinin elinde buhurlar. Meydana kadar geliyorlar. Halk garipsiyor bu tuhaf âdemoğullarını. Kokuyu fark edince tam linç edeceklerken, keşiş haykırıyor ahaliye:” Yahu burası leş gibi kokuyor. Oysa biz size kurtuluşu getirdik!” Kalabalıktan biri, “haklı,” diyor, “haklı. Bu koku leş gibi. Teleferik ne ki onun evladına saygı duyalım? Boğulacağız yahu boğulacağız!” O andan itibaren, teleferiğin ve karnabaharın biricik evlatlarına savaş açılıyor. Teleferik yerinden sökülüyor. Belediye yerine yenisini dikiyor. Ama o da çalıştırılmıyor. Sembolik. Dazlakların kokusu şehirde yayılıyor. Misk mi desek amber mi. Öyle hoş. Zavallı koku her yerden uzaklaştırılıyor. Yerine bu koku yerleşiyor.
Kokuyu sırtlanıyor bir rüzgâr. Rüzgâr ki bununla memur ezelden. Kokuyu taşır, bulutu taşır, çeri çöpü taşır. Dünyanın en eski taşıma aracı. İnanmayan araştırsın. Anasının babasının diyarından uzaklaşmaya başlıyor koku. Gözünde bir damla yaş. Yalan. yalan: i. (Eski Türkçe yalgan* yal-mak* yala-mak “suçlamak, itham etmek”) Aldatmak maksadıyla bilerek söylenen gerçeğe aykırı, asılsız söz.
Şehirleri aşıyorlar. Yüksekçe kazulet gibi binaları. İnsanların arasından geçiyorlar. Yüzleri buruşturarak. Ovaları aşıyorlar, davarların arasından dolaşıyorlar. Çobanların kepeneklerine tosluyorlar kimi yerde.
Yollardan geçiyorlar. Ve ıssız çayırlardan.
Dinlenme tesislerinden. Tesislerdeki yorgun yolcuların, şoförlerin, otobüslere su tutan muavinlerin yüzlerini yalayıp geçiyorlar. Pahalı satılan hediyelik eşyalara çarpıyorlar.
Yolları bozkıra düşüyor. Gidiyorlar gidiyorlar sarılık bitmiyor. Sanıyorlar ki buralara sarı boya devrilmiş. Gidiyorlar gidiyorlar ağaç yok. Gidiyorlar gidiyorlar tozlu yollar. Ve yüzü güneş yanığı adamlar, kadınlar. Ekmeğinin arasından soğan sarkan çocuklar.
Gidiyorlar gidiyorlar, bozkır bitmiyor. Bir evi gözlerine kestiriyorlar. Bacadan girmeyi deniyorlar, olmuyor. Kapıya koşuyorlar.
Kapı kapalı. Bir aralık açılıyor, dalıyorlar içeri rüzgâr ve koku.
Masa başında bir kurgucu. Kurgucunun elinde kalemi.
Kaleme doluyorlar.