Doğumhane önünde volta atıyordum. Eşim saatlerdir içerideydi. Ara sıra dışarı çıkan hemşire ve hasta bakıcılara ne olduğunu sorduğumda, lütfen bekleyin size bilgi verilecek, diyorlardı. Bekliyordum ben de. O an bana dünyanın en sıkıcı şeyi ne diye sorsalar, onlara, kesinlikle “Beklemek” derdim.
Volta atmaktan başım dönünce koridorun sonundaki pencerenin önüne gelip dışarıyı seyretmeye başladım. Bu arada, duvara monteli televizyonda açık olan haber kanalından, yılın ilk karının balkanlardan ülkemize giriş yaptığını, hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üstünde seyredeceğini de öğrenmiş oldum.
Hava kararmak üzereydi. Koridora yüzümü döndüğümde, doğumhane kapısında elinde yeşil bir beze sarılı bebek olan hemşireyi gördüm. Nasıl fırladım yerimden anlatamam. Dilim tutulmuştu sanki. “Gözünüz aydın beyefendi, nur topu gibi bir kızınız oldu.” “Te teşekkür ederim.” Sesim niye titremişti. Elim ayağıma dolanmıştı. Hayatım boyunca bu kadar küçük bir bebeği kucağıma almamıştım ki. “Ben almasam” dedim hemşireye. Hemşire öyle çok güldü ki bu sözüme. “Korkmayın lütfen, sadece başının altından elinizle destekleyin yeter. Birazdan kontrole götürülecek zaten. Siz de eşinizi görebilirsiniz bu arada” diye yanımdan ayrıldı. Kucağımda kızımı taşıyordum. Kucağımda dünyayı taşıyordum. İçimden şükürler ediyordum, gözyaşlarım şükrüme şahitlik ediyordu.
O an kızımın kulağına fısıldadım: Hoş geldin.
7 ay 10 gün önce
İşten çıkıp eve gidiyordum. Yolda eşimi arayıp bir şey lazım olup olmadığını sordum. “Sen gel yeter.” dedi. Mutlu olduğu zamanlar hep böyle derdi zaten. Demek ki bugün de mutluydu. Eve girdiğimde beni mükellef bir sofra karşıladı. Masa örtüsünün üzerinde kurutulmuş gül yaprakları, masanın iki yanında ikişer mum. Hemen tarihi hatırlamaya çalıştım. Bugün ikimizden birinin doğum günü değildi. Evlilik yıldönümü de geçmişti. Benim unuttuğum özel bir gün olmamasını diledim çünkü Ayşegül bu konularda çok hassas ve alıngandı. Benimle en az bir hafta konuşmaz, yüzüme bile bakmazdı. Ben bugünün tarihini hatırlamaya çalışırken, Ayşegül: “Ben çok açım, hadi hemen oturalım” diye söze girdi.
“Ellerimi yıkayıp geliyorum hemen” dedim. Lavaboda ellerimi yıkarken aynada gözlerimin içine bakıyordum. Yüzüme iki defa su çarptım. Tekrar aynaya baktım. Yok, bugünün diğer günlerden hiçbir özel tarafı yoktu işte. Sıradan bir çarşamba akşamıydı.
İçeri girdiğimde Ayşegül çorbaları kaseye koymuştu bile. Poşetten çıkardığı tam buğday ekmeğini çorbasına doğramaya başladı. Onun çorba ile ekmek yediğine ilk defa şahit oluyordum. “Gerçekten çok açıkmışsın” dedim gülümseyerek.
Tebessüm ederek beni onayladı. Daha sonra sandalyenin arkasında sakladığı karton paketi bana uzattı. ‘‘İşte şimdi yandım, kesinlikle bugün, benim unuttuğum özel bir gün.’’ diye içimden geçirdim. Zoraki tebessümle karton kutuyu açtım. İçinden çıkan bebek patiğiyle, bir Ayşegül’e baktım bir patiğe baktım. Hemen oturduğum sandalyeden kalkıp Ayşegül’e sımsıkı sarıldım. Ne dediğimi bilmeden kulağına bir şeyler söyleyip durdum. Ayşegül benim bu şaşkın hâlime küçük bir kahkaha atıp, ‘‘Canım ağlamayı biraz abarttın mı sanki? Güleceğin yerde ağlıyorsun.’’ deyince kendime geldim. Gözyaşlarımı silip eşime tekrardan mutluluğumu ifade eden sayısız sözcüklerimi sıraladıktan sonra, sofrayı onun toplamasına izin vermeden çabucak toparladım.
Mutfaktaki işlerimi bitirince koltuğa, Ayşegül’ün yanına geçtim. Tam Ayşegül’ün bana tebessümle bakan çehresine bakıp, çocuğumuz hakkındaki hayallerimi anlatmaya başlayacakken gürültülü bir patlama sesi etrafı kapladı. İkimiz de korkulu gözlerle birbirimize baktık, ne yapacağımızı bilmeden donup kaldık. Ben Ayşegül’den önce toparlanıp, sakinleşmesi için çabalasam da nafile. Ayşegül’ün inci tanelerinin aralıksız akmasını engelleyemiyordum. Ayşegül’ü üstüne düşebilecek eşyalardan uzağa doğru çektim. Yavaşça pencereden dışarı baktım ama gördüklerim doğru olamazdı. İsrail, sonunda dediğini yapmaya başlamıştı. Hâlbuki daha düne kadar ülke başkanlarımız problem yok, önlemlerimiz tam diyorlardı. Tam pencereden uzaklaşırken yan binamızın bir savaş uçağı tarafından darmaduman olmasıyla korku bedenimi esir aldı.
Bir şey yapmam gerekiyordu ama Allah kahretsin, elimden gelen hiçbir şey yoktu. Ayşegül'ün yanına gidip sakinleşmesi için bildiğim tüm duaları kulağına fısıldadım. Bugün hayatımın en mutlu günü diye düşünürken meğer böyle düşünmekle erken davranmışım. Ayşegül sakinleşince, sesler azaldığı vakit evden çıkmaya karar verdik. Ama yapamadık. Bir bomba da tam üstümüzde patladı. Enkazlar üzerimize devrilirken tek düşündüğüm Ayşegül ve minik mucizemizdi.
Ne kadar süre o enkazda kaldık bilmiyorum. Sadece en son Ayşegül'ün veda edercesine bakan kanlı yüzünü hatırlıyorum. Şimdi anlıyorum Suriye'nin, Filistin'in hâlini. Onlar bunu yıllardır yaşıyorken biz hep duymazlıktan gelmiştik. Yalandan üzülmüş gibi yapıp normal yaşantımıza devam ettik. Meğer Fâtihaları, ölen vicdanlarımıza okumuşuz.
Gözlerimi aralamaya çalışıyordum ama bunu yapacak takatim bile yoktu. Gözlerimi zar zor açınca beyazlar içinde birini gördüm. İlk başta ölüm meleği sandım ama meğer hemşireymiş. Son olanlar bir anda zihnimde belirince Ayşegül'ü görmek için yattığım yerden kalkmaya çalıştım ama elimdeki serum izin vermedi. Serumu kolumdan çekip attım. "A- Ayşegül, eşim o nerede? Allah aşkına bana bir şey söyleyin. O, o hamileydi. Minik, çok küçüktü yavrumuz." diye çadırdan bozma yapılmış hastanede feryat ettim. Hemşire"Üzgünüm. Başınız sağ olsun. Eşiniz ve çocuğunuz vefat etti." deyince gözlerim karanlığa karıştı.
Duyduklarımdan sonra bayılmışım, öyle söyledi hemşire. Kendimi iyi hissediyorsam morga gidip onları görebilirmişim, öyle dedi hemşire. Hemşireler, insanları iyileştirmez miydi? Peki bu başımdaki neden sürekli kötü haberler verdi? Gözyaşlarım oluk oluk akarken," İyiyim hemşire hanım. Beni eşime götürün lütfen" deyince hemşire morg diye kağıt asılmış bölümü eliyle gösterdi. Yavaşça açtı bölmeyi hemşire. Gördüğüm yüzle dizlerimin bağı çözüldü. Bu, bu bir rüya olabilirdi ancak. Bu gerçek değildi. Hayır, hayır, birazdan eşim, Ahmet uyan diye bana seslenecek. Yaşadıklarım da izlediğim filmin etkisiyle gördüğüm rüyalardan biri olmalıydı ama Allah kahretsin rüya değildi. Son bir kez daha güzel çehresine bakıp usulca oradan çıktım.
7 ay 10 gün sonra
Bana hayatın bir gün içinde yerle bir olacak deselerdi asla inanmazdım. Ben eşim vefat edene kadar hayat ikimizin etrafında döner zannederdim. Öyle değilmiş. Bu yedi ayda değişen bir şey olmadı. Şehrim, ülkem yıkık dökük harabelerle dolu. Aslında o günden sonra hepimiz öldük ama hepimiz gömülmedik. Dün muhacirlerle ilgili atıp tutanlar, bugün ülkeyi ilk terk edenler oldu.
Derin bir nefes çekip etrafta göz gezdirdim. Ama harabeye dönmüş binaların enkazından başka bakacak bir şey yoktu. Aslında büyük şehirlerde evler yeniden yapılmaya başlandı ama bu şehirde henüz hiç hareketlilik olmadı. Çok fazla kayıplar verdik, bedeller ödedik. Artık gülmeyi unuttuk. Sadece yaşayan ölüleriz. Kalanlar olarak, her gün ben neden ölmedim deyip durduk. Tüm dünya bir film izler gibi yaşadıklarımızı uzaktan seyredip yalandan üzüldü. Yalandan diyorum çünkü samimi olsalardı ilk savaş uçağından sonra engel olmaya çalışırlardı. Ama bırakın engel olmayı diğer bombaları İsrail eliyle onlar attı.
Şimdi diyeceksiniz bu en başta anlattıkların ne? En başta anlattığım hikâye, yedi ay önceki olaylar vuku bulmasaydı olmasını hâyâl ettiklerimden fazlası değil.
Müjdelik:https://docs.google.com/document/d/11UGq_ef-sEExMDUeh4OXyMt-Ts3IsZxjGgTQMaSWBo0/edit?usp=drivesdk