Öykünün ilk hali:
https://docs.google.com/document/d/11ey7b2SNW4Oqfn6oJzaRwaBgnXKmc7r45atQ-hVRHKo/edit?usp=drivesdk
ARADI, BULAMADI.
Ayça Hanım’ın evinde her zamanki gibi sessiz, sakin bir gün başlamıştı. Eşi Mithat Bey köy okulunda öğretmendi. Sabahları erken kalkar, kasabadan köye gidecek minibüse binerdi. Aslında köy okulunun bahçesinde küçük bir lojman vardı. Ancak Ayça Hanım’ın ileri derecedeki toz alerjisi köyde yaşamasına engeldi. Mecburen kasabada bir apartman
dairesinde yaşıyorlardı.
Ayça Hanım zaman zaman bahçeleri meyve ağaçlarıyla dolu, derelerinde serin suların aktığı bir köyde yaşama hayaline kapılırdı. Ancak aniden başlayan hapşırık nöbetleri ona hayatın gerçeklerini hatırlatırdı. Gerçi çocukluğundan beri aldığı kararlarda, yaptığı işlerde alerjisini
hep göz önünde bulundurmuştu.
İlkbaharın gelmesiyle maskesini takmadan sokağa çıkmazdı, sonbaharda elinden geldiğince
dışarıda vakit geçirmezdi. Evlerinde halı yerine toz tutmayan örme kilimler seriliydi. Başkasının evinde uzun saatler kalacak olsa hapşırık nöbetlerinden duramazdı. Bu yüzden
gençliğinde hiçbir arkadaşının evinde yatılı misafir olarak kalmamıştı. Okul yıllarında teneffüslerde gönlünce koşturamaz, diğer çocuklar gibi okulun bahçesinde oynamaya kalksa hapşırıklarının sonu gelmezdi.
Ailesi onun rahatsızlığına rağmen yalnız bir çocukluk geçirmesine izin vermemişti. Evlerinde bir odayı oyuncaklarla doldurup apartmandaki yaşıtlarını çağırırlardı. Öyle ki‘Ayça’nın Oyun Odası’ okul ve apartmandaki çocuklar için bir efsaneydi. Böylece tahmin ettiğinden çok daha fazla arkadaşı olmuştu. Yaşı ilerledikçe oda oyuncaklardan arınmış, duvarları posterlerle dolmuştu. İçi renkli ışıklarla, minderlerle süslenmişti. Artık bu efsanevi oyun odası okul
sonrası kızların dedikodu merkeziydi .
Ayça Hanım’ı en çok üzen durum; kayınvalidesi çok istediği halde kır düğünü yapamamaktı. Mithat Bey’in babası büyük bir mesire alanında güvenlik görevlisiydi. Mithat Bey’in ailesi her
yıl bu mesire alanında toplanır; düğün, sünnet, kına gibi eğlenceler yaparlardı. Hatta mesire alanının sahibi Oğuz Bey’in sözü vardı: Mithat’ın düğününü bizzat kendisi yapacaktı. Ayça Hanım’ın düğününde Mithat Bey’in ailesi, ilk defa salon düğünü yapıyormuşçasına şaşkındı. Oğuz Bey de hediye olarak evlerini boydan boya toz tutmayan örme kilimlerle döşemişti.
Ayça Hanım'ın dünyaya nazaran küçük bir hayatı, dertleri mutlulukları vardı. Günleri kilimlerini, çocukluğunun oyun odasını, eşini, kayınvalidesini düşüne düşüne ev işlerini hallederek geçerdi. Bugün de saat önü alınmaz bir şekilde geçmişti sanki. Mithat Bey’in eve dönme saati çoktan gelmişti. Eşi gecikince Ayça Hanım oyalanmak için akşam yemeğini sadece misafirler geldiğinde ve özel günlerde kullanılan büyük yemek masasına hazırladı. Çok sevdiği el işlemesi masa örtüsünü serdi, en sevdiği yemek takımını çıkardı, salatayı hazır etti. Eserine gururla bakmak için geri çekilip bir oh çekerek gülümsedi. Mithat Bey gelmedi. Ayça Hanım balkona çıktı, televizyonu açtı kapattı, gurbetteki kardeşiyle konuştu, yemekler soğudu, Mithat Bey gelmedi. Sonra yüksek bir ses duydu Ayça Hanım. Korkuyla balkona çıktı. Sokak tozdan görünmüyordu. Telaşlı uğultular kulaklarını sarmıştı. Hemen telefona koşup eşini aradı. Telefon açılmadı. Ayça Hanım balkonun kapısını kilitleyip içeriye girdi. Daha yüksek bir patlama sesi duyuldu. Ayça Hanım tozu, toprağı, maskesini düşündü. Patlamalar sıklaştı, telaşlı uğultular ağlayan çocuk sesleriyle yer değiştirdi. Ayça Hanımın başı döndü, bacakları kesildi, toz tutmayan kilimin üzerine yığıldı kaldı.
Uyandığında bir kaldırımın üzerinde sırtı duvara dayanmış yatıyordu. Gökyüzünü göremedi. Sesler yine kulaklarını sardı. Bu kez ağlayanlar yalnızca çocuklar değildi. Yavaşça olduğu yerden kalktı, yanındakileri tanıyıp tanımadığına buranın neresi olduğuna bakınıyordu. Yanında tanıdık birini bulamadı. Onu buraya getirenler kimdi? Evet bu mahalle Ayça Hanım’ın mahallesiydi. Karşısındaki park onların mahallesindeki kırmızı salıncaklı parktı. Sarı kaydırak paramparça olmuş, dağılmıştı. Evler paramparça olmuş, dağılmıştı. Yollar paramparça olmuş, dağılmıştı. Ayça Hanım paramparça olmuş, dağılmıştı. Uzaklardan hala patlama sesleri duyuluyordu. Her patlama sesinde dizleri kesiliyordu Ayça Hanım’ın. Mithat bey neredeydi? Maskesi yoktu. Toz tutmayan kilimlerini kimse kurtarmış mıydı?
Ayaklarında kırmızı çiçekli yeşil terlikleriyle sokak sokak yürüdü. Aradı. Önce kocasını, sonra komşularını, sonra kilimlerini, sonra Ayça’nın oyun odasını. Aradı. Bulamadı. Günler geçti sokak sokak. Patlama patlama saatler toplandı. Televizyoncular geldi. Daha bir hafta önce televizyonda görüp lanet ettikleri İsrail’in yaptığı patlamaları anlattı, televizyoncular, hararetle anlattılar. Çocuklar öldü. Komşular öldü. Mithat Bey gelmedi. Ayça Hanım elinde şarjsız telefonuyla moloz yığınlarını seyretti günlerce. Saldırı bitti. Televizyoncular hararetle anlatmaktan vazgeçti. Ayça Hanım orada kaldı. Moloz yığınlarının arasında günlerce toz tutmayan kilimlerini aradı.
Feyza Nur Çalıkoğlu