KAİNATIN DİLİ ( Meryem AYTAŞ)
TEMEL HAK
Zifiri karanlık yerini kızıl bir gökyüzüne bırakmış, sabah ayazı gitmiş, ılık ılık esen tatlı bir rüzgâr gelmişti. Naciye Hanım yatağından doğruldu. Uyku mahmuru gözlerini ovuştururken, bir yandan da yatağın kenarında duran terliklerini giymeye çalışıyordu. Kalktı, elini yüzünü soğuk suyla yıkayınca biraz daha açıldı. Ocağa çay suyunu koydu, sonra bir battaniyeye sarılıp balkona çıktı. Derin bir nefes aldı, sabahın sessizliğini dinleyerek, seher vaktinin güzelliğini seyre daldı. Mutfağa döndüğünde eşi Ahmet Bey’i kahvaltıyı hazırlarken buldu. Naciye Hanım da balkona sofra bezini serdi, sofrayı hazırlayıp çocukları uyandırmaya gitti. Birbirlerine tıpatıp benzeyen tek yumurta ikizi evlatları vardı, Ahmet Bey ile Naciye Hanımın. Onlar, annesiyle babası olduğundan mı bilinmez tek bakışta ayırt edebiliyorlardı ikizleri ama başkaları önce saçlarına bakar sonra ayırt ederlerdi. Birinin saçları sağ tarafına doğru yatıkken, diğerinin saçları tam ortadan ayrılıyordu. Hele saçlarını kestirseler ya da jöleyle şekillendirseler ömrü billah ayırt edilmezlerdi. Herkesin sorduğu “birinizin canı yanınca diğeriniz de hissediyor mu” sorusuna da o kadar alışmışlardı ki kimse sormasa da ikizler yeni gördükleri tüm insanlara öyle olmadığını uzun uzun anlatırlardı. Görünüşleri ne kadar benziyorsa birbirlerine, karakterleri de bir o kadar farklıydı birbirlerinden. Biri Naciye Hanımın sesini duyar duymaz yatağından fırlayıp, sofraya koşarken, diğeri “Anne beş dakika daha” diyerek gömüldü yatağına. Ahmet Bey’in “bırak hanım, uyanmıyorsa balığa onsuz gideriz” sesini duymasaydı daha da yatağından kalkmazdı.
Kahvaltıdan sonra Ahmet Bey ikizlerden birinin eline tuttukları balığı koyacakları kovayı, diğerinin de eline üzerinde balık resimleri olan bir kitabı tutuşturdu. “Oltalar elimizde, uzun misina cebimizde, biz gideriz gölete, hey gölete” şarkı uyarlamasıyla yakınlardaki göletin yolunu tuttular. Naciye Hanımın o gün misafiri gelecekti, onlar gider gitmez o da işlere koyuluverdi. Misafiri için balkondaki masayı hazırladı, çay demledi. Yeni öğrendiği köy çöreğinin tarifinin yazılı olduğu defteri de alıp, hamurunu hazırlamaya başladı. Çöreği fırına süreceği sırada kapı zili çaldı. Naciye Hanımın konuğu gelmişti. Çocukluk arkadaşını karşısında görünce mutluluktan ne yapacağını bilemedi, eli ayağına dolandı. Ona anlatacağı tonlarca şey birikmişti. Önce sımsıkı sarıldılar, sonra koyu bir muhabbete daldılar. Naciye Hanım misafirini masaya davet edecekti ki çöreği pişirmediği geldi aklına. Ayşe teyzeden de çöreğin üzerine sürmek için taze tereyağı alacaktı, o da tamamen uçup gitmişti aklından. Hiç mahcubiyet duymadı, misafiri biricik dostuydu. Şimdi birlikte gidip bi koşu alıp gelirlerdi. Hem arkadaşını da gezdirmek istiyordu zaten. Çöreği fırına sürdü, sonra arkadaşını da yanına alıp, Ayşe teyzenin evine doğru yürümeye başladılar.
Onlar Ayşe teyzenin evine yürürken, Ahmet Bey ile ikizler de gölete varmışlardı. Oltanın ucuna yemi taktılar ve oltayı gölete attıktan sonra büyük bir heyecanla zilin çalmasını beklemeye başladılar. Bu sırada Ahmet Bey ikizlerin birini bir dizine, diğerini diğer bir dizine aldı ve yanlarında getirdikleri “Balıkları Tanıyalım” kitabını okumaya başladı. İlk sayfasında sevimli bir levrek fotoğrafı vardı ve yanında da “ben bir levrek balığıyım, denizlerde yaşarım. Çok büyük bir balık değilim ama benden daha küçük balıklar da var” yazıyordu. Babaları kitabı okurken, ikizler de pür dikkat dinliyordu. Bu sırada gökyüzünden gelen başta hafif, sonrasında şiddetini artıran bir ses duydular. Devamında büyük bir gürültüyle geçen uçaklar göründü. Sesin sebebi anlaşılmıştı. Ahmet Bey telaşla ikizleri kucağından indirdi. Orada bulunan bir ağacın altına çocuklarını götürüp, kendini onlara siper etti. Yapabileceği başka bir şey yoktu; biliyordu bunun kimseye bir faydası olmayacağını fakat içgüdü işte, koruma içgüdüsü.
Uçaklar bombalamaya başlamıştı. İkizler babalarının korumasında gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkadılar. Sesler bir süre sonra kesildi.
…
İsrail. Yahuda’nın çocukları. En üstün ırk(!). Vaad edilmiş topraklar uğruna masum insanların kanlarını akıtmaktan şeref duyan; dünyanın sessizliğine, emperyalizme sırtını dayamış; acımasız, hodbin Siyonist devlet.
Bir yanda güç ve iktidara susayan, oyunun kuralını belirleyen hükümetler ve onlara, yani kendilerine altın tepsinin altından silah doğrultanlara ruhlarını satan devletler; diğer yanda bu günahkar birlikteliğin orta yerinde varlığını sürdürmeye çalışan mazlum bir halk.
…
Gizlendikleri yerden çıkan Naciye Hanım ve arkadaşı gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Naciye Hanım yere yığıldı, dermansızca çığlık attı: “Yavrularım!...”
Arkadaşı bir yandan acılı anneyi daha da düşmemesi için tutuyor bir yandan geçirdiği şoku atlatmaya çalışıyordu. Alışmışlardı artık İsrail’in insanlık suçlarına ama bu kadarını beklemiyorlardı. Hasar çok fazlaydı, muhtemelen kayıp da…
Köyün aşağı sokaklarından çığlık sesleri yükselmeye başlamıştı. Ağlamalar, feryat figanlar, bağrışmalar birbiri içinde kayboluyordu. Naciye Hanım güçlükle doğruldu:
“Çocuklarımı bulmalıyım? Allah’ım sen koru, çocuklarım…”
Gölete doğru koşmaya başladı. Arkadaşı da peşindeydi. Ayşe teyzenin evinin önünden geçmekteyken durakladı. “Aman Allah’ım!”. Komşusunun evi yerle bir olmuştu. Etrafta kimseler yoktu. Ayşe teyzenin enkazın altında olabileceğini düşündü. Ama bakamazdı, evlatlarına gitmesi gerekiyordu. Arkadaşına “Ayşe teyze bu evde, lütfen yardım çağır.”. Arkadaşı ona, dediğini yapacağını ve gitmesini söyledi.
Naciye Hanım koşuyor, bir taraftan da kahrolmuş insan manzaralarıyla karşılaşıyordu. Yıkılan evleri gördükçe dehşeti daha çok idrak ediyor, kafasına eşi ve çocuklarıyla alakalı muhtemel kötü senaryolar geliyordu. Yaşamak insanın en temel hakkıydı ve türlü çekişmelere, kirli hesaplara peşkeş çekiliyordu bu haklar. İnsafsızca emeller için kurban ediliyordu yavruları, eşi, bu ülkenin zavallı insanları... Koşmaya devam ediyordu ve yol daha da uzuyordu. Bitsin istiyor muydu, görmeye dayanacak mıydı bu yolun sonunu onu da bilmiyordu ya.
…
“Hiç balık tutmadık.” dedi ikizlerden biri, diğeriyse:
“Bulutlar kapkara olmuş.”
Zavallı baba çocuklarının elinden tutmuş mütereddit ilerlerken evlerden yükselen dumanlara; dumanlarla birlikte yitip giden sevinçlere, ümitlere, istikbale bakıyordu.
Gölet köyün biraz dışında kalıyordu. Göletin çevresine bomba isabet etmediği için Ahmet Bey ve ikizler bu faciayı sağ salim atlatmışlardı. Şimdi Ahmet Bey eşini düşünüyordu. Ne haldeydi? Yaşıyor muydu acaba? Çocuklar bu manzaraya nasıl dayanacaktı? Ya kendisi? Ayakları geri geri gidiyordu. Çocukları şimdilik bırakıp gitse eşini bulsa mıydı? Zavallılar iyice korkarlardı. Gerçi savaş çocuklarıydı bu çocuklar; görmüşlükleri, geçirmişlikleri vardı. Doğarken kana bulanmış bir coğrafyaya doğarlardı, acılar, yıkımlar görürlerdi. Bugün oynadığı arkadaşlarını yarın toprağa gömerlerdi. Ama tüm bunlara rağmen onlardan acılara alışması beklenir miydi?
“Acele edin yavrularım anneniz bizi bekler.”
…
Naciye Hanım nefes nefese kalmış gölet yoluna bakıyordu. Biraz daha yolu vardı. Takati kesilmek üzereydi. Sadece koşmaktan değil gidince göreceklerinden. Daha kaç savaş verebileceklerdi, kaç yıkımdan daha sağ çıkabileceklerdi? Acıyla daha ne kadar kol kola gideceklerdi? Ama giderlerdi elbet. Hele bir yaşasınlardı, giderlerdi.
“Anneee…”
“Hiç balık tutmadık.”
Naciye Hanım sesin geldiği yöne doğru baktığında kendine yeniden bahşedilen hayatı gördü ve ona doğru koştu.
Çocuklarına sarıldı, ağlayarak ellerini, yüzlerini, ayaklarını öptü; ama her öpücüğe bin şükür ile…
Ahmet Bey’in sinirleri boşalmıştı, o da ağlıyordu. Bir anneye bunun reva görülmesi ağırına gidiyordu. Çok şey miydi bir annenin, çocuğunun her an bir kurşunun, bir bombanın hedefi olmayacağını düşünmeden yaşaması? Çok şey miydi insanın can tehditinden bir lahza uzak kalması? Ölüm ıskalanmaz bir gerçekti ama ölümü hatırlamak bu değildi, bu değildi kastedilen “ölmeden önce ölmek”…
Şimdi omuzlarında hıçkırıklar içinde ağlayan karısına sarılıyordu. Geçti demeye dili varmıyordu hala yükselen dumanları gördükçe. Daha ağla, çok ağla köyümüz için, insanımız için, geleceğimiz için demek istiyordu.
Naciye Hanım: “Ya size bir şey olsaydı ne yapardım, Allah’ım çok şükür, çok şükür… Allah korusun ya bir şey olsaydı size?”. Telaş, korku, şükür… Zavallı kadının duyguları birbirine karışmıştı.
İkizlerden biri “ Ağlama artık anneciğim biz acıktık eve gidelim.”dedi.
“Tamam güzel yavrularım gidelim.”. Tekrar sarıldı çocuklarına. Ellerinden tutup yola koyuldular. Kocasıyla bir an göz göze geldi. Birbirlerini anlamışlardı; gidecekleri bir ev var mıydı bilmiyorlardı. Ahmet Bey sordu: “Misafirimiz nerede? Yoksa?..”
“Hayır hayır çok şükür iyi. Ama…” Tekrar ağlamaya başladı: “Ayşe teyze… Onu bilmiyorum.”
“Öyleyse acele etmeliyim, onlara bir yardımım dokunabilir. Ben önden gidiyorum, dikkat edin kendinize.”
“Sen de dikkat et Ahmet.”
…
Ahmet Bey köye ulaştığında ambulansların gelmiş olduğunu gördü. Yıkıntılar arasında yaralılar taşınıyor, ölülerin üstü örtülüyordu. Biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınanan insanlar üzgün, öfkeli ve yorgundu. Görülen o ki vatanları için daha çok bedel ödeyeceklerdi.
Ahmet Bey, Ayşe teyzenin evine yöneldi. Misafiri orada ağlarken buldu. Birkaç kişi daha vardı ve yerde üstü örtülü bir kadın.