Vefayı Bırakmayalım Kuşlara

Emine Ecran Şenel

Hikayenin ilk hâli:

https://docs.google.com/document/d/1E7ubRcszaVkEg7t5ZZULIlL7j5muRUR2siI86qSNB5I/edit

Vefayı Bırakmayalım Kuşlara

Bir zamanlar yazarın masasında zincirli bir kalemdim. Sanki ben onu bırakır da kaçarmışım gibi zincirlemişti beni masasına. “Kalemler bırakmaz, kalemler terk etmez. Bana güvenmiyor musun?” dediğimde “Sana güveniyorum da insanlara güvenmiyorum. Ya alıp giderlerse seni, ben sensiz ne yaparım?” demişti.

Bana olan sevgisine güvenip sustum. Razı oldum zincirlere. Ya da alıştım. Belki de alışmadım... Her neyse, iyi bir dostluğumuz vardı, ha zincirli ha zincirsiz zaten burada duracaktım. Onun yanında.

Her gün birlikte yazılar yazdık. Saçma sapan şeyler yazdırıyordu bana. Ben saçma yazılar yazmak istemiyordum. Özgürce yazmak istiyordum. “Sen benim başımı belaya mı sokmak istiyorsun?” diyordu yazar bey. Sahiplerinin hoşuna gitmeyecek şeyler yazarsa başı belaya girermiş. Anlaşılan benim bedenimdeki zincir aslında onun kalbinde, ruhunda, beynindeydi. Şükrettim hâlime. Yazar uyurken zincirlerin ses çıkarmamasına dikkat ederek masanın altına zıplayıp “Ruhun zincirli olmasındansa bedenin zincirli olması yeğdir” yazdım.

Günler böyle gelip geçiyordu. Yazarın istediklerini zincirlerin tutsaklığıyla masanın üstünde, kendi istediklerimi ruhumun özgürlüğüyle masanın altında yazıyordum. Yazdıklarımı okumak mutlu ediyordu beni. Ahh yazar dostum bir görse, bir okusa bunları. O da bilse özgürlüğün hazzını. Yüreğinin sesiyle yazmanın verdiği mutluluğu bi tatsa. Kim bilir belki de bir gün anlatabilirdim ona özgürlüğü. İşte o zaman ruhundaki zincirleri kırar atardı.

Bir gün perişan bir hâlde geldi yazar. Bi ağlıyor, bi gülüyor, bi oturuyor bi kalkıyordu. Uzaklara dalıyor, iç geçiriyordu. “Ahh…” diyordu, “Ooofff..” diyordu. Meraktan çatlayacaktım. Ne oluyordu bu adama? “E hadi artık al kalemini eline de yazmaya başla. Yaz ki sen de rahatla, ben de rahatlayayım.” dedim. Oturdu masanın başına, önceki tüm yazılarını parçalayıp attı. Şok oldum. Ama sevindim de. Zaten çok saçma şeylerdi. Başladı yazmaya. “Leyla” yazıyordu. Dönüp dolaşıp “Leyla.” “Aşk Leyla. Kara kaş, kara göz Leyla. Hasret Leyla. Vuslat Leyla...” Bu ne beee. Bu adam hiç özgür kalamayacak mı? Belli ki şimdi de Leyla'ya tutsak olmuş. Yine kendi özgürlüğüme şükrettim. Akıllıyım ben, kendimi ona buna tutsak etmem.

Yazarın elinde bir fotoğraf, bakıp bakıp yazıyor, dalıp dalıp ağlıyordu. Artık günlerimiz sadece “Leyla” yazmakla geçiyordu. “Ay yüzlü Leyla”, “Ahu gözlü Leyla”, “Eşsiz Leyla”, “Güzellik mefhumunun tek sahibi Leyla”, “Leyla, Leyla, Leylaaaa…”

Leyla yaza yaza bende de Leyla'ya karşı bir merak, bir ilgi başladı. Andıkça Leyla'yı, sevdim. Sonunda ben de bulaştım bu tutsaklığa. Bir haller olmuştu bana. Tanıyamıyordum kendimi. Yine yazar uyurken masanın altına zıpladım, kendimce ve özgürce şeyler yazmak istiyordum. Yazdım, yazdım, yazdım ve okumaya başladım “Leyla, Leyla…” Başka bir şey yazamıyordum. Yüreğimden, dilimden sadece Leyla akıyordu.

***

Hasretle andığım, yandığım, yazdığım Leyla’nın adına bakarken aniden büyük bir gürültü koptu ve bulunduğumuz bina sarsılmaya başladı. Önce bu sarsıntıyı sadece ben hissettim sandım. Gönlümün sarsıntısıdır zannettim. Kafamı iki yana sallayıp kendi kendime “Aşktandır,” dedim. Yazar aniden yatağından fırlayınca anladım öyle olmadığını. Gürültünün ardı arkası kesilmiyor, sarsıntı bitmek bilmiyordu. Yazar koşup masanın altına girdi. “Heeyy! Ben ne olacağım? Beni neden almıyorsun yanına?” diyerek zıpladım masanın altına. Gürültü bazen uzaktan bazen çok yakından geliyordu. Yakından geldiği zaman bina çok şiddetli bir şekilde sarsılıyordu. Bu durum tam bir saat devam etti.

Bir saatin sonunda gürültü ve sarsıntı kesilince yazar masanın altından çıkıp pencereden baktı. “Aman Allah’ım! Aman Allah’ım,” diyerek ağlamaya başladı. Ben de zıplayarak masanın üzerine çıktım. Uzaktan görmeye çalıştım. Toz ve dumandan başka bir şey göremedim. Yazar ceketini giydi. Dışarı çıkacağını anlayınca beni de yanına alması için yalvardım. Zincirlerimi çözüp ceketinin dış cebine koydu beni. Tam kapıdan çıkacakken bir şey hatırlamış gibi geri döndü. Masanın altına eğilip baktı. “Bunları sen mi yazdın?” dedi. “Evet,” dedim. Doğruldu ve iç geçirdi. “Demek ruhun zincirli olmasındansa bedenin zincirli olması yeğdir,” diye mırıldandı.

Dışarıda dehşet verici bir manzara vardı. Birçok bina yıkılmıştı. Birçoğu da kağşamış, dokunsan yıkılacak gibiydi. Akif’in Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, / Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak dediği gibi etrafa saçılmış ceset parçaları ve cesetler vardı. Yaralıların iniltileri, yürekleri kanatırcasına yankılanıyordu. Yaralılara yardım etmek için koşturan insanlar vardı. Yazar, onlardan bir adama yaklaşıp “Kim yaptı bunu?” dedi. Adam “israil,” dedi. Yazar “Neden?” diye sorunca “Hiç mi haber takip etmiyorsun be adam! Amerika ve İngiltere dünyayı yarı yarıya paylaşmış. Hani bana hani bana diyen israilciklerine de bir parça ayırmışlar. Bizim ülke de onun payına düşmüş,” dedi adam. Adam haklıydı. Yazar Bey uzun zamandır Leyla aşkı çekmekten ne kimseyle görüşüyor ne de gündemle ilgileniyordu.

Tam o esnada Leyla’yı hatırladı yazar. Telaşlandı. Ben de telaşlandım. Leyla iyi miydi? Sağ mıydı? Ağlıyor muydu? Korkuyor muydu? “Leyla! Leyla!” diye bağırarak koşmaya başladı yazar. Ben de bağırdım. Neredeyse yazarın cebinden çıkıp uçarak arayacaktım Leyla’yı. Kanatlarım olmadığını hatırlayınca yerimde kaldım. Leyla’nın sokağına girince kalbim yerinden çıkacaktı. Yazarın da öyle. Ya Leyla öl... Ya ona bir şey olduysa… Sokakta bir tane sağlam bina kalmamıştı. Leyla’nın evi de görünmüyordu. Bağırmaya mecalimiz kalmadı. Leyla artık dilimizde bir iniltiye dönüştü. Yazarın dizlerinde derman bitmiş, artık koşamıyordu. Molozların arasında ağır ağır ilerlerken Leyla’yı gördük. Üstü başı, eli yüzü toz toprak olmuş, eteklerine kan bulaşmıştı. Moloz yığınlarının arasından kitap topluyordu.

Onu görünce yeniden koşmaya başladı yazar. Yanına yaklaşınca durdu. Leyla’nın omuzlarından tutup gözlerine baktı. O gözler ki savaş meydanını cennet bahçesine çeviren, en asude gönülleri bile harap eden, akılları giderip mecnun eden. Baktı ve “Seni seviyorum Leyla. Aşkınla divane oldum. Al kalbimi senin olsun. Kabul et aşkımı,” dedi. Leyla okyanuslar kadar derin bakışlarıyla yazara baktı. Gözlerini kırpıştırdı. Kaşlarına değen ipekten kirpiklerini ok misali yüreğimize sapladı. O gül bahçelerini andıran çehresinin en güzel gülü olan dudaklarını araladı ve “Salak mısın kardeşim? Vatan elden gidiyor. Tepemizden bombalar yağıyor. İnsanlar evlerinden, canlarından oluyor, sen neyden bahsediyorsun. Koyun can derdinde, kasap et derdinde,” dedi. Topladığı kitapları kucaklayıp hışımla gitti. Peşinden yürüdük. Bastığı yerlere basarak, baktığı yerlere bakarak. Soluklandığı havadan onun soluğunu kapıp soluyarak. Gölgesine basmadan, toprağını sarsmadan, yörüngesinden şaşmadan. Leyla yürüdü, biz yürüdük, Leyla yürüdü, biz yürüdük. Yürüdük, yürüdük, yürüdük.

Şehrin küçük stadyumuna geldik. Leyla bombalara esir olan stadyumun her nasılsa sağlam kalabilmiş tribünlerinde oturan çocukların yanına gitti. Başlarını okşayarak elindeki kitapları onlara dağıttı. Önlerinde volta atarak bir şeyler anlattı. O sırada yol tarafından motor sesleri geldi. Bulunduğumuz sokağa tanklar girmekteydi. Tanklarla birlikte arabalarla ve yaya olarak gelen israil askerleri de vardı. Çocuklar ağlamaya başladılar. Yazar hemen bir duvarın arkasına saklandı. Leyla dişi bir kaplan gibi çocukların önüne geçip göğsünü kabartarak askerlere baktı.

Tanklar gelip geçti. Yaya askerlerden bir kaçı Leyla ve çocukların olduğu yere doğru geliyorlardı. Leyla, çocuklara kitaplarını bırakıp taş toplamalarını söyledi. “Düşman taşlama oyunu oynayacağııız” diye bağırdı. Çocuklarla birlikte israil askerlerini taşlamaya başladılar. Bir yandan da bağırarak “Gul cael hakku ve zehegal batıl[1]” ayetini okuyorlardı. Askerler korktular. Kendilerini taşlardan korumak için kollarını kafalarına siper ederek “Help! Help!” diye bağırmaya ve kaçmaya başladılar. Yazara “Sen de taş atsana şu korkak canavarlara,” dedim. Yazar “Ben çocuk değilim, yazarım. Şimdi okkalı bir tivit atayım, eve gidince de uzun bir kınama yazısı yazarım,” dedi. Saklandığı duvarın arkasından çıkmaya yeltenmedi bile. Telefonunu çıkardı Zulme boyun eğme. Vatanını koru. heşteg yıkılasınisrail yazıp tivitledi.

Korkak canavarlar gittikten sonra Leyla ve çocuklar el ele tutuşup şarkı söyleyerek dönmeye başladılar. Yazar saklandığı duvarın arkasından çıktı. Leyla’yla göz göze gelmemek için telefonla oynar gibi yaparak yürüdü. Yazara şimdi yazmanın değil savaşmanın vakti olduğunu ve olması gereken yerin masa başı değil kavganın göbeği olduğunu söyledim. Dinlemedi. Ruhunun zincirlerini söküp atamıyordu. Adımları hep geri geri gidiyordu. Her zaman kolaya kaçmaktan yüreği sönmüştü. Savaşmak ne demek, zaferle gönenmek, yenilgiyle yeniden dirilmek ne demek bilmiyordu.

“Ben gitmeyeceğim,” deyip cebinden dışarı atladım. Yazarın miskin bakışları arasında Leyla’nın yanına gittim. Orada bulunan kitaplardan birinin üzerine Sevdamız engel tanımaz, yıkıp uçarız maviye. Kanatlarımızı kırsalar da ayaklarımızla koşamaz mıyız, söyle! Kapımıza kilit vurmuşlar ağlama, birlikte pencereler açalım. Güneşimizi söndürseler, duvarlara yıldızlar çizelim. Vefayı bırakmayalım kuşlara. Ve gözyaşını çocuklara yazdım. Leyla hayranlıkla ve şaşkınlıkla bakıyordu bana. Gülümsedi. Çantasından bir kalemlik çıkardı. Kalemliğin fermuarını açınca bir sürü kalem dışarı fırladı. Savaşmaya hazır militanlar gibi onlarca kalem heyecanla marşlar söyledik. Uçlarımızı etraftaki taşlara sürterek bilendik.

Aniden gök karardı. Umut muştulayan kanat sesleri geldi kulaklarımıza. Ebabil olduklarını söyleyen yüzlerce, milyonlarca kuş gagalarıya tuttular bizi. Dünyanın bütün kalemlerini toplamışlardı. Göğe yükseldik. En yükseğe. Sonra gagalardan düşmanların kafalarına, göğüslerine düştük. Bir tek düşman kalmayıncaya kadar savaştık. Geberdi kâfirler. Onlar geberdikçe dünya güzelleşti. Çocuklar neşeyle filizlendi. Şehit kanlarından karanfiller yeşerdi. Gul cael hakku ve zehegal batıl…

Ebabillerden birine beni aldıkları yere bırakmasını rica ettim. Yazarı bulup “israilin enkazı işte böyle görülür,” demekti niyetim. Lâkin döndüğümde yazarı göremedim. Biz, israilli canavarları öldürmeye başlayınca onlar da can havliyle son kez bombalamışlar şehri.

Emine Ecran Çeliksu

________________

[1] Hak geldi batıl zail oldu. İsra sr. 81