Kurdum, kuruttum, astım, topladım.
Kafamda kuruyorum. Kuru yorum. Ku ru yo rum. Kurdukça kuruyorum, kurutuyorum. Kuruttukça bir köşe de biriktiriyorum. Sarı bir çamaşır ipine sağ yanımdan yeşil, sol yanımdan mor bir mandalla tutturuluyorum. Soruyorum çamaşır ipine, duyuyor çamaşır ipi, cevap vermiyor. Kaç çamaşırın yükünü çektin ey çamaşır ipi?
-Meryem, nerede kaldın kızım? Gel de bir işin ucundan tut.
Sarı çamaşır ipiyle söyleşimizi bölen annemin sesiydi. Bahçeden eve doğru “geliyorum anne” diye bağırdıktan sonra çorapları asıp çamaşır selesini kaptığım gibi eve girdim. Hemen bir işin ucundan tuttum. Aklım çamaşır ipindeydi. Bir öykü yazıyordum ve girişini çamaşırları asarken tamamlamıştım. İşlerin ucundan tutup yemekleri hazır edince odama çıkmak için biraz vaktim oldu. Küçük bir odam vardı. Yalnızca masa, yatak ve masanın üzerinde onlarca kitap. Yemek saatine kadar bir şeyler karalamak için dedemin zamanından kalma ahşap masamın küçük çekmecesini açıp defterimi aldım. Bir süre kalemimi aradım fakat kalem defterin içinden çıktı. Bu hareketi çok sık yaptığım halde her seferinde kalemin defterin arasında olabileceğini unutuyorum. Dalgınım, heyecanlıyım, bugün dokuzuncu gün yarın Şehre bakan tepede onunla buluşacağız. Her on günde bir yanına gidiyorum. Gecelerce uyumayıp yazdığım öyküleri getirip ona okutuyorum, o da öykülerimi sabırla okuyup fikirlerini söylüyor. O güne kadar yapmam gereken tüm işleri yapar yalnızca tepeye çıkacağım güne hazırlanırdım. Tepeye dolmuşla erkenden gider o gelene dek tekrar tekrar okur ezberlerdim öykümü.
Defterimi alıp kaldığım yerden öykümü okumaya ve kurmaya devam ederken bahçeden yine annem seslendi, mecbur yanına indim. Evdeki hareketlilik bitene kadar da odama çıkamadım. O gece hiç uyumadan sabahı ettim. İki akşam önceden düşünüp hazır ettiğim kıyafetlerimi buluşma saatine dört saat olmasına rağmen giyindim. Kahvaltı edemeden defteri alıp evden çıktım. Yol kırk dakika sürüyordu. Yine çok bekleyeceğimi bildiğim halde hemen dolmuşa binip buluşma yerimize gittim. Seyyar bir çaycıdan çay söyleyip beklemeye başladım. Öykümü tekrar tekrar okudum. "Kurdum. kuruttum. Astım, topladım. Olmadı," Bir saat yirmi dakika sonra geldi. Biraz muhabbet ettik. Havayı suyu konuştuk. Ne var ne yoklar gidip geldi aramızda. Sonra sıra o bilindik sessizliğe geldi. Sessizlik yerini alınca çayından bir yudum alıp “Hadi öykünü ver de okuyayım, merak ediyorum doğrusu.” dedi. Sanki bunu söylemesini bekliyormuşum gibi hemen defterimi çıkarıp ona uzattım. Eh beklemiyordum da değildi hani, bekliyordum. O yazdıklarımı okurken ellerim terlerdi, yüzüne bakamazdım ne bileyim işte çekinirdim. Sanki beni duyuyordu. Duymayan herkese inat kulak veriyordu. Kısa bir hikayeydi. İki üç dakikada okunabilir, hemen üzerine konuşmaya başlayabiliriz diye düşünüyordum. Hikayeyi eline alıp okumaya başladıktan sonra neredeyse yirmi dakika bekledi. Endişe etmeye başladım. Ayakkabılarımı ilk kez görmüşçesine seyrederken “Meryem” dedi. İçimden bir oh çekip ona döndüm.
-Efendim.
-Meryem, ellerine sağlık çok güzel olmuş ama bir şey diyeceğim.
-Ya, beğenmene çok sevindim söyle tabii ki.
-Uzun zamandır aklımdan geçiriyorum. Heyecanını görüyorum, dikkat etmeden hemen yazıp getirdiğini düşündüğüm için bir şey söylememiştim.
-Neyden bahsediyorsun anlayamıyorum.
-Noktalama işaretlerini kullanamıyorsun. Bu da metnini anlaşılmaz hale getiriyor.
Ne! Sesim kesildi. Söylemek istediklerim düğüm oldu. Tıkandım. Kaldım.
-Meryem? Seni kıracak bir şey demedim ya?
Yedi haftadır. Beni anladığını düşünmüştüm. Hiç sormaması, buraya virgül koysana dememesi onun da öykülerimi benim gibi okuduğunu düşünmeme sebep olmuştu.
-Ha-hayır kırmadın. Sadece ben böyle düşündüğünü anlayamamışım.
-Nasıl düşündüğümü?
-Yani şey, benim bilmeyerek ya da dikkatsizlikle noktalama işaretlerini kullandığımı düşündüğünü anlamamışım.
-Nasıl yani Meryem? Neden öyle yapıyorsun o halde?
-Anlatmak istemiyorum.
-Ama ben anlatmanı istiyorum.
Anlatsam anlayacak mısın? Hak verecek misin yoksa diğer tüm insanlar gibi saçmalık mı diyeceksin? Saçmalık demene katlanamam Hamit. Tüm -de -da’ları birleşik yazsam ayırmak mı isteyeceksin.
-Ben gideyim artık.
Konuşup konuşmamakta tereddüt ettiği yüzündeki donukluktan anlaşılıyordu. Git demedi.
-Yani sen bunu bilerek yaptığını söylüyorsun öyle mi?
-Evet.
-Peki neden?
Çünkü onlarla da başka bir öykü yazıyorum anlıyor musun?
-Çünkü öyle yapmam gerekiyor.
-Bak Meryem, sen kendi kendine istediğin gibi yazabilirsin tabi ama bu öyküleri insanlara okuturken kurallara uyman gerek. Yoksa seni nasıl anlayacaklar.
-Bu kadar anlaşılmaz değil. Yalnıza bu kurallara uymuyorum.
-Uymak zorundasın.
-Hayır değilim.
-Neden?
-Çünkü anlatmak istediğimi ancak böyle anlatabiliyorum.
-Ama ben okurken noktalama işaretlerini doğru yerlere koyup, ekleri doğru şekilde ayırdığımda da senin öykülerini anlıyorum.
Anlamıyormuşsun.
-Anlamıyorsun. Noktalama işaretleri karakterlerimin ruh halini, nefes alış şekillerini, yaşadıkları hayatın durgunluğunu ve hareketliliğini anlatıyor ama sen bunu anlayamıyorsun. Eğer noktayla virgülün yerini değiştirirsen İbrahim, İbrahim olmaktan çıkar.
-Meryem?
Kalkıp giymek için çantamı toplamaya başladım. Hava sıcak olunca çıkardığım hırkamı giyinip elimi ona doğru uzattım.
-Lütfen defterimi ver, gitmeliyim.
-Hayır. Haklısın en başından söylemeliydim belki de ama bunu senin böyle yazmış olman okuyucuya bu hissi nasıl verecek söylesene. Okuyucuyu düşünmeden yazamazsın.
-Onları düşünüyorum. Ama onlar da okudukları her metinde -de -da’yı ayırmaya, noktalama işaretlerinin yerini değiştirmeye çalışmasın. Bir metni o metnin yazılış biçimiyle okumak ne kadar kolay halbuki.
-Bunu değiştiremezsin.
-Hayır değiştiririm. Virgül kullanmayı bende biliyorum ama kullanmıyorum ve bununla karakterimi tamamlıyorum.
-Anlıyorum.
Anlamıyorsun, anlama!
-Tamam.
-Seni anlıyorum, kırıldın. Bak gerçekten özür dilerim. Senin gibi düşünemiyorum ama haklısın tamam.
-Tamam.
Elimi tekrar uzattım. Defteri vermeyip benim ona bakmamı bekledi. Bakmadım. Defteri elime verdi. Kalktım.
-Sağ ol Hamit.
Cevabını beklemeden oradan ayrıldım. Tepeden aşağıya yürüyerek iniyordum. Belki haklıydı, belki çok fazla tepki vermiştim. Ama başta söylemesi gerekirdi. Eğer kendi bildiğini ‘okumakta’ bu kadar kararlıysa sormalıydı. Bilmiyorum. Otuz dakika öfkeyle indim bayırdan ama sonra pişman oldum. Neden bir anda kesip attım. Neden yapmak istediğimi daha güzel ifade etmedim ya da neden daha güzel tartışmadım. Söylemediğim ama söyleyebileceğim her şey bir bir aklıma geldi. Pişmanlığım ağır bastı. Eve geldiğimde içeri girip kimseyle konuşacak halim yoktu. Bahçede biraz oyalanmak istedim. Dün sabah astığım çamaşırları annem toplamamıştı, onları toplamaya başladım. Kurumayan birkaç parçayı ipte bıraktım. Topladıklarımla birlikte odama çıktım. Çamaşırları yatağıma koydum, masamın başına geçip defterimi açtım.
Kurdum, kuruttum, astım, topladım. Olmadı,
Feyza Nur Çalıkoğlu