Çıkmaz

Havva Gök

Üniversitede bir hocamız ‘‘ Çokça hikâye biriktirin. ’’ derdi. Bu söz bir müddet , çok doğru ve makul gelmişti. Babam vefat edince kendi hikâyemi yazmak zorunda olduğumu daha iyi anlamıştım. O zaman benim için bu sözün hükmü etkisiz olmuştu. Çünkü ne kadar hikâye biriktirirsem biriktireyim bana bir yere kadar eşlik edebilmişlerdi. Geri kalan yolda kendi hikâyemle başbaşa kalmıştım. Kendi hikâyemi yazarken biriktirdiklerimi yakıp kül etmek aklımda yoktu ama geride hiçbir şey bırakmadan ateşe vermiştim her bir anıyı. Bunu yaptığım için pişman mıydım? Belki çok az, ilk başta pişman olmuştum. Şimdiye bakınca yakıp kül ettiklerimin beni bugünkü Ömer yaptığını fark ediyorum.

Ben Ömer. Kül ettiklerimden kurtulmaya çalıştıkça rüzgar her fırsatta önüme o külleri savuruyor. Ne kadar görmezden gelirsem geleyim başarılı olamadım küllerden kurtulmak için. Şimdi ise istemeye istemeye kendi hikayemi yazmadığım, hikâyeler biriktirdiğim o yere doğru gidiyorum.

Her şey on yıl önce başladı. Babam vefat ettikten sonra köyün de benim için pek önemi kalmamıştı. Artık orada yaşamak acıdan başka birşey kazandırmazdı. Nitekim öyle de olmuştu. Sadece bir ay dayanabilmiştim. Köyü terk ederken ne annemi ne de yıllarca sevdiğim Meryem'i umursamıştım. Benim için tek çıkar yol vardı: bu köyden, şehirden ve tüm acı veren anılardan kurtulmak. Herkese göre yaptığım, büyük hataydı. Lakin bana göre daha mantıklı bir çıkar yol yoktu. Babamla yürüdüğüm yolları, onunla anılar biriktirdiğim köşe başlarında onsuz yapamazdım. O köyün her bir metrekaresinde babam vardı, yapamazdım.

Şimdi ise dayımın beni ısrarla köye çağırmasıyla, oraya gidiyordum. Beni ne bekliyor, neyle karşılaşacağım bilmiyorum. Zaten asla önceden bir şeyleri tahmin edebilen ya da öngören bir adam olamadım.

Derin bir nefesi ciğerlerime çektikten sonra akan yolu izliyorum. Yılların ne kadar vicdansız ve hızlı aktığının farkına varıyorum. Bunu fark etmekle hafif irkilsem de çabuk toparlıyorum. Yirmi yaşındaki ben ve şimdiki ben arasında dağlar kadar fark yok ama o günden bugüne her şey çok farklı.. Ben yine o günkü gibi sadece kendini düşünen Ömer'im. Yalnızca artık mesleğim gereği insanları haklı-haksız savunuyorum. Vicdanımı da hislerimi de babamın cenazesiyle birlikte toprağın altına gömdüm. Gün yüzüne çıkmak istedikleri zaman bir kürek toprak daha attım.

Köye yaklaştığımı gösteren tabelayı görünce içimi tuhaf duygular kaplıyor. Bunun adı ne bilmiyorum. Heyecan mı, telaş mı, endişe mi? Bilmiyorum. Uzun yıllardır o kadar his yoksunuyum ki mana veremiyorum. Hızımı düşürüyorum. Köye ne kadar geç ulaşırsam o kadar iyi diye düşünüyorum. Köye ulaşınca dayımın evine mi yoksa annemin evine mi gitsem kararsız kalıyorum. Anneme gitmek daha mantıklı gelince arabayı park edip usulca yürüyorum. Sanki yürüdükçe geçmişim beni selamlıyor. Babam bir yerden çıkıp "aslan oğlum" diyecek ve sımsıkı sarılacak gibi. Kafamı iki yana sallayıp yoluma devam ediyorum. Eve gitmek için çarşının içinden geçmem gerektiğini hatırlayınca yönümü sağa doğru çeviriyorum. Derin bir nefesi ciğerlerime çekip usul usul çarşıda yürüyorum. Tanıdık gördükçe selam veriyorum ama beni tanıdıkları hâlde selamıma karşılık vermiyorlar. Arkadan birilerinin yüksek sesle hakkımda konuştuğunu anlayınca adımlarımı yavaşlatıp dinlemeye başlıyorum.

- Bu rahmetli Ali abinin oğlu değil mi? Babası ölünce anasını, gardaşını ardında bırakan Ömer.

- He ya o. Ne yüzle gelmiş acep. Herhal duymuş gardaşı pek kötü onun için gelmiş. Ya da Meryem'in evleneceğini duymuş onun için gelmiştir.

- Meryem'le ne ilgisi var komşum? Hiç yakışır şey mi evlenecek kız hakkında böyle konuşmak?Tövbe tövbe.

- Sen bilmezsin bunlar söz mü nişan mı ne yapmışlardı. Bu Ömer gidince o iş de olmadı tabi.

Daha fazla dinlemek istesem de amcalar camiye girince olduğum yerde kalıyorum.. Hayır, hayır. Pişman falan değilim. Ama yüzümdeki ne ara olduğunu anlamadığım ufak tebessüm sönüyor. Söylediklerinden dikkatimi çeken tek şey; Zeynep ile ilgili olan kısım. Belki de babam öldükten sonra onun için ara sıra da olsa buraya gelmeliydim. Onun hatırası diyerek ona sırt çevirmemeliydim. Belki de bir onun küllerini alıp saklamalıydım. Bencilliğim bir kardeşim olduğunu bile öyle bir unutturmuş ki bu durumda ne yapılır onu bile bilmiyorum. Sarılsam, affet desem her şey eskisi olacak desem.Lafügüzaf. Bunca yıl sonra olacak şey değil.

Evin kapısına varınca derin bir nefes aldıktan sonra kapının tokmağını çalıyorum. Kapıyı Annemin ya da Zeynep'in açmasını bekliyordum ama Meryem'in değil. Boğazımı temizleyip konuşmaya çalıştım.

- Merhaba. Ee annem… yok mu evde?

- Pardon yanlış geldiniz galiba, burası Ayşe teyzenin evi. Sen… Bir saniye, sen ne yüzle geliyorsun buraya?

- Pardon. Hatırladığım kadarıyla bu ev benim de.

- Hatırladın yani, Ömer Beyler bir ailesi olduğunu hatırlamış.

- Bak buraya tartışmaya gelmedim. İzin ver eve geçeyim.

- Pardon, Ömer Bey lütfettiniz. Geçin içeri.

Tam annemin nerede olduğunu soracakken eliyle misafir odasını gösterdi. Daha onu gördüğümün şokunu atlatamamışken, tartışmamız bozguna uğrattı beni. Anneme seslendim:

- Anne….

Beyaz başörtüsüyle, yılların yüzünde bıraktığı çizgilerle Ayşe Hanım karşımdaydı. Annemin gelip ağlayarak sarılmasıyla, ellerim önce boşlukta sallandı ama sonra sarıldım.

- Ah vefasız oğlum. Ah kıymet bilmez oğlum, değdi mi he gittiğine? Hadi gittin insan arada sırada da olsa gelmez mi ailesinin evine?

- Anne…

- Ne anne, ne. Kim babası öldü diye ailesini de bir kalemde siler, he söyle oğlum?

- Anne öyle değil işte. Beni anlamadın, gel beraber gidelim dedim, gelmedin. Burada olmazdı anne. Ben babamın bıraktığı boşluğu dolduramazdım. Ben onun olmadığı yerde ne yapardım. He söylesene sen yapabildin mi?

- Sana boşluğu doldur diyen oldu mu ? He akılsız oğlum değdi mı, vefasız oğlum.

- Anne bak ben ne diyeceğimi, nasıl teselli vereceğini bilmiyorum. Ama olması gereken buydu.

- Oğlum sen ne zaman böyle ruhsuz oldun ha.

- Ayşe teyze bırak değmez. Üzme kendini. Gelmiş ya sen ona bak.

- Meryem, şu an annemle konuşuyoruz farkında mısın? Seni ilgilendiren bir şey yok.

Annem beyaz başörtüsünün uçlarıyla gözlerini kuruladıktan sonra oturmam için sediri işaret etti. Daha sonra iç çekip konuşmaya başladı.

- Oğlum kızla uğraşma. Sen yokken o bize çok yardımcı oldu. Senin yapamadığını yaptı.

Tam cevap verecekken kaşlarını çatıp konuşmaya devam etti.

- Dinle beni. Ben bir konuşayım, sen sonra konuş. Madem diyorsun geçmiş geçti açma konusunu. Öyle çekip gittin kendini düşünüp, hadi buna da tamam. Ama evladım insan annesini, kardeşini hiç sormaz mı? Bir sen kaybetmedin babanı, kardeşin de kaybetti. Beş yaşındaydı daha. Şimdi tam on beş yaşında. Dayından ben rica ettim seni çağırsın diye. Çünkü Zeynep'in yanlış şeyler yapmasından korkuyorum. Ben artık yaşlandım, peşinden de gidemiyorum. Meryem göz kulak oldu benim elimin yetişmediği yerde. Ama o da bir yere kadar yardımcı olabilir.

- Ben Zeynep için yapabileceğimi yaptım. Şimdi ne yapabilirim bilmiyorum anne.

Annem bana umutsuzca bakıp iç çekti. Ne tepki vereceğimi bilmeden baktım. Konuşmaya çalıştım ama ne söylemeye çalışsam boğazımda düğümlendi. Meryem'in varlığını unutmuş ağlayacak kıvama gelmişken kendimi tuttum. Bu kadar gamsız, ruhsuz babam ölünce mi oldum. Yoksa hastalığı başladığı zaman, o hiç ölmeyecek diyerek kendimi kandırdığım günlerde mi? Yoksa ben hep mi böyleydim. Ama hayır, hayır ben hikayenin başında böyle değildim. Ben hikayenin başında, herkesin övdüğü hayırlı evlattım.

Usulca baktım Meryem'e. Sanki yıllar ondan hiçbir şey götürmemişti. Hâlâ eskisi gibi duru bir güzelliği vardı. Sanki ona eskisi gibi baksam, yine sımsıcak tebessümüyle karşılayacak beni. Bakışlarımdan rahatsız olduğunu fark edince boğazımı temizleyip bakışlarımı tekrar anneme yönelttim. Annem tam konuşucakken Meryem konuşmaya başladı.

- Ayşe Teyze müsaade edersen ben Ömer'le konuşsam olur mu?

- Tabi kızım, ben de Zeynep'e bakayım.

- Bak Ömer Bey, derdim seninle tartışmak değil ama kardeşin psikolojik olarak iyi değil. Ben onu bir uçurumun kenarında atlamak üzereyken buldum. Bu kadar kötü, çaresiz hâle nasıl geldi bilmiyorum. Ama sen abisi olarak yardımcı olabilirsin.

- Ben ne yapabilirim ki? Ancak bir psikiyatristle görüşme ayarlayabilirim.

- Yahu adam sen kafayı mı yedin ha? Abilik parayla mı olur? Kafan yerinde mi senin? Kızın sana ihtiyacı var. Ama hata bende, ben eski Ömerle karıştırmışım seni.

- Ben yapamam Meryem. Bunu en iyi sen bilirsin. Babamdan sonrası yok benim için. Ben yapamam. Ben bilmem ki nasıl yardımcı olunur. Ben abilik ne onu da unutmuşum. Meryem, ben kimim onu bile bilmiyorum artık. Söyle bana şimdi. Kendine bile faydası olmayan bu adam neye yardımcı olacak. Ya ben aynaya bile bakmıyorum artık kendimi görmemek için.

- Özür dilerim. Seni buraya kadar getirdik. Zahmet ettin. Git ve davalarınla ilgilen. Sen insanlığını, ruhunu kaybetmişsin. Sen gerçekten kim olduğunu unutmuşsun. Yazık, çok yazık.

Diyecek sözüm olmadığı için sessizce Meryem'in gidişini izledim. Saçımı ellerimle çekiştirip rahatlamya çalışsam da olmadı. Derin bir iç çekip Zeynep'in odasına doğru ilerledim. Uyuduğunu görünce baş ucuna oturup gözlerimi kapattım. Belki her şey rüya olur da ben bu kadar benliğimden çıkmamış olurdum. Ama her şey gerçekti. Meğer ben babamla birlikte ruhumu da kendimi de toprağın altına gömmüşüm. Ruhum sanki alev alev özgür kalmak istiyordu ama buna engel olan bir şey vardı. Bunun ne olduğunu bilmiyordum. Bulduğun gün yaktığım külleri birleştirmeye çalışacağımdan çok emindim. Ama o gün bugün değildi…