Bundan yirmi beş yıl önce Kral 125. Hakkı’nın oğlu Prens Hakkı olarak dünyaya gelmişim. Benim dünyaya teşrifimle Hakkıstan İmparatorluğu topraklarında kırk gün kırk gece bayram ilan edilmiş. Aslında bir prens dünyaya gelince üç gün üç gece bayram ilan edilirmiş fakat babam Kral 125. Hakkı’nın yirmi sene hiç erkek evladı olmadığı için ben doğunca bayram kırk gün kırk gece olmuş. Ülkenin her yerinde muazzam sofralar kurulmuş, eğlenceler düzenlenmiş, halka külçe külçe altın dağıtılmış. Başkent Hakkat’ın sokakları milyonlarca ışıkla donatılmış. Saray orkestrası hiç durmadan neşeli parçalar çalmış. Benim için tam beş oda, on beş yatak hazırlanmış. Beni kuş tüyü yatakların birinden alıp diğerine yatırmışlar. Annem Kraliçe Hukayye’ye sarayın en baş odası tahsis edilmiş ve hizmetine tam yirmi hizmetçi verilmiş.
Ülkemin tek prensi, babamın tek varisi, annemin göz bebeği olarak yirmi beş senedir bir dediğim iki edilmedi. Bana itiraz edenler anında cezalandırıldı. Beş yaşındayken havuza girme isteğimi reddeden hizmetçinin kellesi vuruldu. Yirmi sekiz harflik alfabeyi yirmi harfe indirme emrimi yerine getirmeyen Edebiyat ve Dil Öğretmeni vatandaşlıktan reddedildi ve sınır dışı edildi. Piyanoyu ayak parmaklarımla çalmama itiraz eden Müzik Öğretmeni bu isteğimi kabul edene kadar -tam üç ay- sarayın tuvaletlerini temizledi. İstediğim kuşu vuramayan avcılar lime lime doğranıp ormana atıldı. Anlayacağınız bu yaşıma kadar her istediğim oldu. Herkes bana itaat etti.
Ta ki Haklıstan ülkesinin prensesi Haklınnisa’yı görene kadar. Onu görür görmez tutuldum. O çiçeklerden güzel çehresi, o güneşten parlak gözleri, ipekler kadar ince ve narin kirpikleri, hindibalar kadar hafif ve nahif elleri sanki beni kendisine kul etmek için yaratılmıştı.
Arkadaşım Prens Haklıhov’un davetine icabet için Haklıstan’ın başkenti Haklasya’ya gittiğim gün gördüm Haklınnisa’yı. Sarayın bahçesinde, güllerin arasında dans eder gibi yürüyordu. O yürüdükçe kuşlar şarkı söylüyor, güller onunla birlikte dans ediyordu. Hiç görmediğim, hiç duymadığım bu güzellik karşısında dayanmak, aşka direnmek imkânsızdı. Bulduğum ilk fırsatta yanına gidip ilan-ı aşk ettim. Lâkin prenses bana arkasını dönerek “Takdir edersiniz ki tek talibim siz değilsiniz. Civar ülkelerdeki bütün prensler bana aşık. Hepsi benimle evlenmek istiyor,” dedi. “Ben Hakkıstan’ın tek prensiyim. Yani babam ölünce kral olacağım kesin. Oysa diğer prenslerin birçok rakibi var ve ne zaman kral olacakları belli değil. Benimle evlendiğiniz takdirde ülkemin kraliçesi olacaksınız,” dedim. Prenses “Evlenmek istediğim zaman bir yarışma düzenleyeceğim. Bu yarışmayı kazanan kim olursa onunla evleneceğim,” dedi. “O zamanı bekleyeceğim ve o yarışmayı kazanmak için elimden ne geliyorsa yapacağım,” dedim ve ayrıldım.
O günden sonra gül çehresi gözlerimden, billur sesi kulaklarımdan gitmedi. Her şey bana onu hatırlatıyordu. Hasreti yüreğimi eritiyordu. Her gün ondan haber bekliyordum. Düzenleyeceği yarışmayı merak etmekle birlikte kaybetmekten çok korkuyordum. O güne dek her istediğimi elde etmiştim. Kaybetmek ne demek, istenen bir şeyin olmaması ne demek bilmezdim. Prenses mutlaka benim olmalıydı.
Üç aylık firakın ardından nihayet beklediğim gün geldi. Haklıstan ülkesinden bir elçi geldi ve prensesin, yarışma için beni bir ay sonra Haklasya’ya davet ettiğini bildirdi. Babam Kral 125. Hakkı’yla konuştum. Diğer prenslerin Haklınnisa’dan vazgeçmesi için ne gerekiyorsa yapılmasını istedim. Babam saray şûrasını topladı. Hepsinin fikirlerini aldı. Benim için çok daha güzel prenseslerin olabileceğini söyleyenleri derhal toplantı salonundan kovdum. Sonunda diğer prenslere imparatorluğumuzun topraklarından rüşvet vererek Prenses’ten vazgeçmelerini sağlamak fikrinde karar kıldık. Ertesi gün bütün komşu ülkelere elçiler gönderildi. Gönderdiğimiz her elçi müjdeli haberle geldi. Aç gözlü prensler istedikleri kadar toprak karşılığında satmışlardı aşklarını. Oysa ben aşkım için imparatorluğumuzun küçülmesini göze almıştım. Bu da prensesi hak eden tek kişi olduğumun deliliydi.
Bir ay dolduğunda Prenses’in karşısına gururla geçtim. Göğsümü kabartıp pazularımı şişirerek “Gördüğünüz gibi Sevgili Prenses şimdi tek talibiniz benim,” dedim. Prenses alaylı bir kahkaha attıktan sonra “Hayır Sayın Prens Hakkı, yanılıyorsunuz. Bir talibim daha var. Sarayımızın aşçı yamağı Haklızeyz de taliplerim arasında,” dedi. “Siz ne dediğinizin farkında mısınız Prenses? Beni bir aşçı yamağı parçasıyla bir mi tutuyorsunuz? Onunla mı yarıştıracaksınız?” dedim. “Neden? Aranızda bir fark olduğunu sanmıyorum. Onun da sizin gibi iki tane kolu var ve iki kulağı. Yoksa siz önünüze bakarken arkanızı da mı görüyorsunuz? Ya da görünmez kanatlarınız mı var?” dedi. Ben “Ama…” diye itiraz edecekken Prenses kızgın bir tonla “İstemiyorsanız yarışmadan çekilebilirsiniz,” dedi. Şimdiye kadar bana kimse böyle davranmamıştı. Gururumun ayaklar altına alınmasına tahammülüm yoktu ama yarışmadan çekilmem daha büyük rezalet olurdu. Yârimi bir aşçı yamağına yâr edecek değildim. Prenses hazretlerini de kendi ülkeme götürdükten sonra hizaya getirirdim. Bana karşı gelmek, benim isteklerimi reddetmek ne demek öğrenirdi elbet.
Yarışmadan çekilmeyeceğimi söyleyince Prenses, hizmetçilerine “Prens Beyi toplantı salonuna götürün, Haklızeyz Bey’e de söyleyin gelsin,” dedi. Hizmetçilerden birisi bana yol gösterdi ve toplantı salonuna geçtik. Biraz sonra Haklızeyz denilen aşçı yamağı geldi. Kafasıyla bana selam verdikten sonra utanmadan tam karşımdaki sandalyeye oturdu. İçimdeki; kellesini uçurmak, zindanlara kapatmak, darağacında sallandırmak iştiyakını bastırıp Prensesi beklemeye başladım.
Prenses yaklaşık bir saat sonra geldi. Salonun en başındaki tahta kuruldu ve bana bakarak “Sayın Prens Hakkı sizce balık baştan kokar sözü ne anlatmak istiyor?” diye sordu. Bu saçmalığa hiçbir anlam veremedim. Benim gibi bir prens basit bir aşçı yamağının karşısında basit bir atasözünün anlamı hakkında mı tartışacaktı? Prensesin eşsiz güzelliği olmasa bu saçmalığa bir dakika bile katlanacak değildim. Onu kendime kul köle yapacağım günleri hayal ederek sakinleştirdim kendimi. “Bu aşçı yamağına da dünyanın kaç bucak olduğunu, benimle yarışmaya cüret etmenin ne demek olduğunu gösteririm. Ona, prensese eş olmayı kuracak kadar büyük hayal dünyasında bile hayal edemeyeceği bir ölüm hazırlarım.” diye düşündüm. Prensese cevap olarak “Sevgili Majesteleri balık baştan kokar yani balıklar hep kokar. Denizden çıktığında da denizdeyken de kokar. Tadı lezzetli olsa da ağır ve çirkin kokusu en başından beri vardır demektir. Yani bir olay en başında nasılsa, bir insan en başta nasılsa öyle devam eder, demektir. Baştan bozuk olan sonsuza kadar bozuk olarak kalır demektir,” dedim ve taframı biraz daha belli ederek devam ettim “Mesela gençliği mutfakta sürünmekle geçen bir aşçı yamağı sonsuza kadar beş para etmez bir fukara olarak kalacaktır ve hiçbir prenses, hayatını böyle bir insan için feda etmek gibi bir hataya düşmemelidir demektir,” dedim. Prenses “ıhı ıhı” diyerek hafifçe boğazını temizler gibi yaptıktan sonra “Siz Haklızeyz Bey, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?” dedi. Aşçı yamağı “Saygıdeğer Majesteleri, öncelikle bana cevap hakkı verme teşrifinizden dolayı teşekkür ederim. Prens Hazretlerinin de dediği gibi gençliğim mutfakta geçmiş olduğundan mütevellit balıklar hakkında epey bilgiye sahibim. Efendim, balıklar kokmaya başlarken öncelikle baş kısımları kokar. Bu demek oluyor ki ortada bozuk bir durum varsa bunun sebebi baştan kaynaklıdır. Bir çocuk ahlaksızsa aslında onun babası ahlaksızdır. Bir öğrenci başarısızsa aslında onun öğreticisi başarısızdır. Bir halk bozulmuşsa aslında yöneticileri bozuktur. Balık baştan kokar sözü işte bu anlamlara gelmektedir efendim,” dedi.
Bunun üzerine Prenses “Bu tezlerinizi delillerle ispatlamanız için size bir hafta mühlet veriyorum. Hanginiz daha kuvvetli açıklar ve diğerinin delilini çürütürse onunla evleneceğim,” dedi. Bu saçmalık karşısında susmaya dayanamadım ve “Fakat Majesteleri hata ediyorsunuz. Size şeksiz, şüphesiz, belkisiz, amasız Kraliçe olacağınızı vaad ediyorum, oysa sizin beni düşürdüğünüz bu durum çok anlamsız. Yarışma dediniz geldik. En azından prenslere yakışır bir yarışma olsaydı. Mesela dünyanın en pahalı mücevherini isteseydiniz ya da kılıçlarımızı kuşanıp sizin için çarpışmamızı ya da Haklıstan’ın bilmem hangi dağındaki ejderhayı öldürmemizi isteseydiniz daha yakışır bir yarış olmaz mıydı?” dedim. Prenses bana omzunun üstünden bakarak “Prens Hazretleri istemiyorlarsa babasının sarayına dönebilirler,” dedi ve derin bakışlarını yüreğime mühürleyip gitti.
Saraydan öfkeyle çıkıp atıma bindim. Haklasya Kalesi’nin burçlarından birisine çıktım. Sonra şehre baktım ve “Prenses benim olacaaaaaak,” diye bağırdım. Sağ kolum ve en yakın arkadaşım Hakkoviç saraydan çıktığımı görünce arkamdan geldi. Her zamanki gibi soru sormadan bekledi. Prensesin isteğini anlattım. Eğer haklı çıkmazsam yani Prenses bana yâr olmazsa onu öldüreceğimi söyledim. Hakkoviç “Aşçı yamağı haklı. Balık baştan başlar kokmaya. Sen bu tartışmayı kaybedeceksin. Prensesi öldürürsen saraydan sağ çıkamazsın ve iki ülke arasında savaş çıkmasına sebep olursun. Vazgeç bu sevdadan. Hem şimdi vazgeçersen yarışmayı basit bulduğun için çekildiğini söylersin ve yenilmiş sayılmazsın. Prenslik gururuna da zeval gelmez,” dedi. Kılıcımı çekip “Benim vazgeçtiğim nerede görülmüş ey gafil! Ne cüretle bana vazgeç dersin,” diyerek tek hamlede Hakkoviç’in kellesini gövdesinden ayırdım.
O gece uyuyamadım ama güzel bir plan yaptım. Bir haftanın sonunda üç çeşit balıkla Prenses’in karşısına çıkacaktım. Balıkların denizden yeni çıkmış olmasına rağmen kokuyor olduğunu gösterecektim. Eğer aşçı yamağının delili benim delilimi çürütürse Prenses’i de onu da oracıkta öldürecektim. Haklasya’ya gelirken yanımda getirdiğim askerlerim beni sarayın askerlerinden koruyarak sağ çıkmamı sağlayacaklardı. Sonrası umrumda bile değildi. Savaşsa savaş. Askerlerimiz ne için vardı sanki?
Delillerimizi sunacağımız günden bir gece önce askerlerimi sarayın avlusunda toplayıp planımı anlattım. Anlaşılmayan bir şey kalmasın diye tam üç kere tekrar ettikten sonra dinlenmelerini emredip gönderdim. Köşeyi döndüğümde elinde bir balıkla bekleyen Haklızeyz’i gördüm. Öylece dikilmiş gözlerimin içine bakıyordu. Konuştuklarımızı duyduğunu anladım ama artık her şey için çok geçti. Onu öldürmek istedim. Fakat sonra “Belki de yarın ben haklı çıkacağım ve hiç sorunsuz Prenses’i alıp götüreceğim,” diye düşünüp vazgeçtim. Hiçbir şey olmamış gibi geçip gittim. Ertesi gün öğle üzeri Prenses ve ailesinin huzuruna çıktık. Prenses “Prens Hakkı buyrunuz. Delil sunma hakkı evvela sizindir,” dedi. Balıklarımı gösterip “Bakınız, bu üç farklı balık denizden henüz çıkmış olmalarına rağmen kokuyorlar. Hatta haşmetli sarayınızın bahçesindeki havuzda bulunan balıklar bile kokmaktadır. Balık doğduğundan itibaren her yerde ve herhâlde kokar efendim. Yani balık baştan kokar.” dedim. Prenses “Pekâlâ. Haklızeyz Bey, buyrunuz,” dedi. Haklızeyz bir bana, bir Prenses’e bir belimdeki kılıca baktıktan sonra. “Prens Hazretlerinden özür dilerim. Tabii ki zatı âlileri haklılar. Benim gibi cahil bir insan böyle anlamlı bir sözün ne demek olduğunu ne bilsin?” dedi ve özür dileyerek salondan çıktı.
Tahmin ettiğim gibi aşçı yamağı her şeyi duymuştu. Ama bu, işe yaramış ve Prenses’in hayatı uğruna yarışmadan çekilmesine vesile olmuştu. Yarışamayı kazanmanın gururuyla Prenses’in yanına yaklaşıp koluma girmesi için kolumu uzattım. Kral “Sayın Prens, izdivacınız konusunu konuşup bir karara varmak için babanız Kral 125. Hakkı ve anneniz Kraliçe Hukayye ile birlikte en kısa zamanda ziyaretimize bekleriz,” dedi. Ben, Prenses’i şimdi alıp götürmek istediğimi söyleyince her şeyin usûlüne uygun yapılması gerektiğini söylediler. “Eeehhh yeter be! Kimse beni bu kadar yoramaz,” dedim ve bir hamlede Prenses’i kucağıma alıp koşmaya başladım. Sarayın askerleri Kral’ın “Yakalayın!” emrini duyup anlayana kadar Prenses’i atımın terkisine bindirip saraydan çıkardım. Dörtnala Hakkıstan topraklarına doğru yola çıktık.
Biz Hakkat’a varana kadar Haklıstan’ın Hakkıstan’a savaş açtığı haberi tüm ülkeyi sarmıştı. Saraya doğru yol alırken iki küçük çocuğun tekerleme oyunu oynadıklarını gördüm. “Hakkı haklının hakkını yemiş. Haklı Hakkı’dan hakkını istemiş. Hakkı haklının hakkını vermemiş.”
Emine Ecran Çeliksu