Hikaye budur ya! Olur mu olur. Düş müdür, gerçek midir? Çanakkale’de Hatice, İstanbul’da Ebru yaşamış mıdır? Mandalinalar çürüyüp kalmış mıdır? Hatice kaç kez Ebru olmuştur? Ebru kaç kez Hatice olmuştur? Başa gelen çekilmiş midir? Çekiştirilmiş midir? Bilmiyoruz. Öykücüye zeval olmaz diyerek başlıyoruz.
Şimdilerde Hatice’nin tek isteği. Yirmi yıllık evinde. Eskittiği sokaklarda kocasının anılarıyla dolu bahçesinde yavaş yavaş yaşlanmak ve göçüp gitmekti. Yirmi yıl sonra gelen Ebru ne Hatice’ye uyuyor ne de Hatice Ebru'ya uyuyordu. Sait Bey yaşarken her şey daha kolaydı. Her şey normale dönsün -Hatice, Hatice'ye kalsın- diye bir yol bulmuştu Hatice ve Sait. Fakat yol çizildiği gibi durmamış, sapmıştı.
Günler, aylar, yıllar geçiyor mandalinalar mutfakta birikiyordu. Hatice her gün markete gidip mandalina alıyor, eve dönüyordu. Bahçe kapısının önüne bir iskemle atıyor çoluk çocuk kısmına mandalina uzatıyordu. Hatice kimi zaman Ebru oluyor sonra dönüyor tekrar Hatice oluyordu. Çok yalnız kalmıştı Hatice. Yirmi yıl kocasıyla birlikte yaşadıkları evde üç yıldır bir başınaydı. Çoluk çocuğu yoktu, olmamıştı. Ebru yirmi yaşındaydı. Kocası, çocukları yoktu. Bir ailesi vardı fakat neredeydiler? Ebruda bilmiyordu. Hatice Çanakkale’de küçük bir sahil kasabasında yaşıyordu. Ebru ise doğma, büyüme, serpilme İstanbulluydu. Ebru kapıyı açıp evine gitmek için sokağa düşüyor, Hatice markete uğrayıp elinde meyvelerle eve dönüyordu. Yirmi yıl sonra geri gelen Ebru’dan kurtulmak için Hatice yıllardır para biriktiriyordu. Yıllar sona ermiş, parası tamamlanmış, randevu günü gelip çatmıştı.
***
Ebru ve ailesi babasının daha o sene aldıkları mandalina bahçesinden ilk hasatlarını toplamış İstanbul’a dönüyorlardı. Arabalarına kasa kasa mandalina koydular. Ebru’nun kucağı, cepleri, çantası mandalina doluydu. Ebru çok seviyor diye babası yirminci yaş gününde kızına mandalina bahçesi almıştı. Neşeleri öyle yerindeydi ki hani sinema filmlerinin finallerinde uzun bir ormanlık yoldan son ses müzikle üneye giden baş karakterler olur ya. Ebru ve ailesi de öyleydi işte. Radyoda Ferdi Özbeğen’den yok yok yalan deme şarkısı çalmaya başladı. Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye, Sevmek için yaratılmış kalpler hep bomboş niye…
Şarkılar, şakalaşmalar, akşama ne yesekler eşliğinde İstanbul’a kadar gelmişlerdi ama evlerine varamamışlardı. Ebru o gün hem kendini hem ailesini kaybetmiş. Günlerce hastanede yatmıştı. Ebru bir başına kalmış, Hatice olmuş.
***
Hatice kocasıyla birlikte gelmeyi düşlediği kliniğe yalnız gelmişti. Bu ilk gelişi değildi tabi. Bazı tetkikler için parayı yatırdıkça geliyordu doktoruna. Sait’in vasiyeti olmasaydı belki çoktan vazgeçmişti. Korkuyordu, yaşayıp gideceğim şurada kaç yıl kaldı ki deyip duruyordu kendine. Böyle düşündükçe kocasının sözlerini duyuyordu. “O daha yirmi yaşında be Hatice.” Haklıydı. Ebru daha yirmi yaşındaydı. Zihninde tekrara duran bu düşünceleri bir kenara itip girdi klinikten içeri. Tüm prosedürleri gerçekleştirdi. Sırasını bekledi. Zaman uzadı uzadı peynir oldu. Dakikalar çifter çifter döndü. Ama geçti. Bitti. Vakit geldi. Vedalaş bakalım Hatice.
Doktoru Cem Bey’in odasına girdiğinde oda da her zamankine nazar bir değişiklik yoktu. Hatice öyle sanıyordu ki kocaman aletler cerrahlar olacak. O, odaya sanki ilk defa gelmiş gibi inceleye durmuşken, doktor:
-Hoş geldiniz Hatice Hanım, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
-Teşekkür ederim doktor bey, iyiyim. Hazırım.
-Buyurun öncelikle oturun, tekrar konuşalım. Hatice Hanım, size daha önce de defalarca anlattığım gibi zihin aktarımı işleminde tıp oldukça ileride fakat sizin istediğiniz işlem de yani zihni ikiye bölmek ve bir kısmını aktarmak konusunda hala çalışmalar yapılmakta. Bu da demek oluyor ki işlem sırasında hata yapılma olasılığı yüksek. Eminim siz de bu olasılıkları fazlasıyla düşünmüşsünüzdür ama ben yine de son kez hatırlatmak istedim.
Hatice bunları düşünmemişti. Yaşamından yorulmuş. Hiç tanımadığı anne ve babası için ağlamaktan, belli belirsiz saatlerde sokağa çıkıp geriye dönmekten ve kendini yirmi yaşında sanırken aynaya bakıp elli yaşında bir kadın görmekten, krizlere girmekten çok yorulmuştu.
Uzun bir süre sessizlik oldu. Doktor ona seslenmese susmaya devam edecekti belki de. Sonunda
-Evet doktor bey, düşündüm. Fikrim değişmedi. Size daha önce de söylediğim gibi. Zihnimde yirmi yaşına kadar birikmiş ne varsa yeni bir bedene aktarın. Geri kalan otuz yılı ise bana bırakın.
Doktor Cem önde Hatice Hanım arkada odadan çıkmışlardı. Hatice Hanım yapılacak işleme hazırlanmış, bayıltılmak için bekliyordu. İşlem uzun sürecekti. Hatice buna hazırlıklıydı. Bayılmadan önce son düşüncesi İstanbul’a gitmekti. Hatice, Ebru olup yerinden kalkamadan bayılmıştı.
***
Hatice gözlerini açtı. Duvardaki saate baktı önce. Tam karşısında asılıydı. Saati net gördü Hatice. En uzaktaki takvime baktı. Günü, ayı, yılı yattığı yerden okudu. Bir tuhaflık vardı. Yataktan kalkmaya çalıştı fakat yalpalayıp geri düştü. Yüzüne dokundu yavaşça. Anlını yokladı. Yılların izini aradı. Bulamadı. Ellerine baktı. Bembeyaz, minik elleri vardı. Korktu. Elli ayağı kesildi. Duvarlara yataklara tutuna tutuna koridora kadar gitti. En yakın boy aynasının karşısına geçti. Kendine baktı. Kendi yoktu. Gencecik bir kız vardı. Korktu. İzleri silinip gitmişti. Sanki hiç yaşanmamış, sanki hiç üzülmemiş, mutlu olmamıştı. Beyaz duvara yaslandı. Geriye döndü. Karşısından gelen kendini, onu gördü.
Hatice ve Ebru yaşamlarına nasıl devam ettiler, o klinikten çıkıp nereye gittiler? Orası da bize kalsın ya da size kalsın.
Feyza Nur Çalıkoğlu