Ellerinden Belli

Fatma Ünsal

“yaşamak, sürekli bir köprüden geçme hissi aslında

karşıya geçince, geçtiğim karşılarda ben yokmuşum hissi” *

Derya’ya.

Kapıyı çarpıp çıktı. Nereye?

Arkasında onu merak edecek birilerini bırakmadı, yoktu çünkü. Gölgesiz bir yaşam düşünün ki tam otuz beş yıl neredeyse kendi başına çekilmiş. İsim hakkını elinde tutan ana baba toprak altında. İsmi bile hür. - Senin ismin Hatice, senin ismin Hatice, senin ismin Hatice.

Ya da hürlük denilir mi kimsesizliğe? İsmi bile kimsesiz.

Çıktı. Cadde hıncahınç dolu. Vitrinler alabildiğine parlak. Korna sesleri berbat bir orkestranın elinden çıkar gibi baş delici. Göğe doğru uzanan binaların dış yüzeyi camdan. Parıl parıl yanıyor mübarekler. Şehre ilk geldiğinde hayret ederdi bu hâle. Köyde cam bulamayanlar, naylon gererdi penceresine. Bunlar camdan bina dikmişler. Adaletin bu mu dünya? Kimi köylü, adaleti bu ve benzeri ufak detaylarda kovalardı. Cama varana kadar...diyeni pek az bulunurdu. Hayret ede ede cam kaplama binalar dikilmesine mi hayret ettin be Hatice?

Cadde boyu insanlar, bir ırmağın uyuşuk akması gibi hissiz akıyorlardı. Yüzleri aynı. Caddede insanların yüzlerinin, hareketlerinin aynı olması, bir kural mı? Ama nasıl? Bir defa asık olacak surat, kaşsa çatık. Belki havalı bir güneş gözlüğü takılabilir. Başı hafif yukarıda ve mağrur. Eğer acelesi de varsa küt diye başkasının koluna çarpabilir ve hatta omzunu yerinden sökebilir. Böyle zamanlarda tarlaya giderkenki hâllerini hatırlardı Hatice. Bomboş bozuk bir yol. Daha güneş bile doğmamış. Hafif serin bir sabah rüzgârı esiyor. Sırtlandıkları sepetin gıcırtılarından başka ses yok. Köyün sığırtmacı belki ünler tepeden. Naylon ayakkabıya gelen taşlar, uyandırma servisi. Şimdi kimisine inandırıcı da gelmez bu. Ne yani? Hatice afili bir şehrin sokaklarında volta atarken, köyün bozuk yolu, sağır edici sessizliği aklına gelir mi? Şehirde yaşayan köylü kuralı bilmem kaç: Bir ömür iki arada bocaladığınız bir şeydir bu. Kendinizi tam şehirli hissedecekken, ellerinizi görüp neden tam anlamıyla pürüzsüz olmadıklarını düşünürken bulduğunuz. Neden bir avuç toprak gördüğünüzde çapayı kapma ihtiyacıyla donandığınız. Hobi bahçelerini neden hafife aldığınızın bir numaralı zanlısı. O sessiz his. Sobayı övmeklere akıl erdiremediğiniz mesela. Sobada pişmiş patatesi kutsamak niye? Çamuru neden yüzlerine sürerler, cevabını bulamadığınız. Organik yiyecekleri zulalayıp yumuşatıcı kokan yastıklarına neden gömülürler, bilemediğiniz. Zor sorular bunlar. Cevaplandığında hükmünü kaybeden, soranı hissiz bırakan sorular.

Tam bu hislerle çıktı evden Hatice. Modern dünya da bir kere işe yarasındı canım. Nereye ait, onu bulmasına yardım etsindi birileri. İsviçreli bilim adamları. Ey İsviçreli bilim adamları, yardım edin. Kanal 0566’da bir haberde görmüştü. “Zihninizi istediğiniz yeni bir bedene aktarmak istemez misiniz? Zihniniz yirmi yaşında ama yüzünüz elli yaşında gibi mi duruyor? Yoksa artık sizi kimseler bulamasın mı istiyorsunuz? İşte size bir fırsat! Gelin ve bu transfer deneyimini siz de yaşayın. Aynada baktığınız o eski siz olmasın.” diyordu spiker.

Kafaya koymuştu. Yatmıştı aklına bu transfer meselesi. Başvurdu bu kliniğe. Zihni tam şehirli birinin bedenine aktarılsın istiyordu. Elleri çizgisiz ve pürüzsüz. Yüzü porselen gibi belki, saçları bakımlı. Tipi en şehirli olanından işte. Nasıl olması lazımsa öyle. Belki bırakırdı taşra artık peşini.

Tütünü dalında görmedim diye ahlanan bir şehirli gördünüz mü? Oysa bir köylü kafası, ahlanır tarlada yetiştirdiği tütünü bir paket içinde bulamasa. Ahlanmayı arar köylü. Rahatın battığı yer, huzurlu olduğu yerdir onun. Hatice de ahlanmayı arıyordu. Ayakları tarla yollarında eprimemiş, yüzünü yaz güneşi amele yanığına çevirmemiş, kursağının hevesler yönünden boş olduğu bir beden istiyordu. Caddeyi yara yara ilerlerken, kliniğe yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Dönüş yolunda ona eşlik edecek şehirli bedeniyle salınacaktı buralarda. Anası yaşasaydı, utanırdı onun karşısına varmaya. Umursadıklarının ölümü, onu dünyaya karşı hür kılıyordu.

Klinik kapısında uzunca bir kuyruk gördü. Bedeninden memnun olmayan ama zihnine de kıyamayan bir sürü âdemoğlu ve Havva kızı. Zihnine de kıyamayan. Bedenim eskidi ya da bozuldu ya da ondan sıkıldım diyen. Gizli kibir abideleri. Kuyruğa geçti. Kapıdaki görevli, sırası gelenleri içeri alıyordu. Kuyrukta ortak bir payda bulmanın ve vakit öldürmenin de teşvikiyle zihin transferine gelenlerden kendi aralarında konuşanlar vardı. “Her şeyi anladım da eski bedenimize ne yapıyorlar acaba?” “Kişinin tercihine göre ya imha ediyorlar ya da yabancısı olduğu bir yere gönderip orada yeni bir hayata başlatıyorlar.” “Zihinsiz bedenlerini topluma geri döndürenler de mi var yani?” Cevap veren adam bir iki adım geri çekildi, boynunu yana hafif eğerken gözleri sorgulayıcı bakıyordu: “Ya ne yapsalardı? Misal ben. Bu koca emektarı imha mı ettireyim? Kliniğin istihdam edeceği bir yerde yaşamasına izin vereceğim. Yazıktır.” Sessizlik. Birden tanış olma, birden yabancı kesilme. Her kuyrukta, her bekleme salonunda yaşanan yazısız kural.

Hatice hiç düşünmemişti. Otuz beş yıldır sürüklediği bedenini ne yapacaktı? İmha fikrinden hoşlanmadı. Vefasız değildi o kadar. En iyisi köyüne yollamaktı. Orada bir işin ucundan tutardı. Yorulmak nedir bilmezdi köydeyken. Ama zihninden geçenler tökezletirdi onu. Şimdiyse boş bir zihinle köyüne yollayacaktı bedenini. O zaman işler daha kolaydı. Böylece artık hiç yorulmayacak, düşünmek prangası olmadan çapaları savuracak, tırpanı ekinlerin boynuna makine soğukluyla indirecekti. Evet evet böylesi iyiydi. Köyde kalan tek akrabası olan halası yaşlanmıştı hem. Direkt onun yanına yollardı.

Böyle düşünüp dururken görevlinin: “Hatice A. ! Hatice A. ! Sıra sizde efendim. Lütfen içeri geliniz.” uyarısıyla irkildi. Kalabalığın yanından geçerken, ona imrenen gözlerle bakanlar vardı. Onlara da sıra gelseydi. Heyecanlandı. Ağzı kurudu heyecandan. Ağzının bu bedende son kez kuruduğunu düşündü. Bu bedende son kez heyecanlandığını. Bu bedenle son kez bir kuyruğun yanından geçtiğini. Bu bedenle isminin son kez anons edildiğini. Tam kapıdan içeri girecekken şöyle bir baktı gökyüzüne. Yüzüne bu bahar gününün ılıklığı değdi. Bulutsuz ve alabildiğine mavi gökyüzüne ise gözleri. Bu bedenle son bir kez baktı gökyüzüne.

Danışmada oturan kadın, bir robot soğukluğuyla işini yapıyordu. Gerçi işinin doğasına da bu uyuyordu. Şimdi ona sorsalardı mesela, nerede çalışıyorsun diye. Yüzünü sempatikleştirip önüne düşen kâküllerini şöyle bir savurup, “Zihin transferi merkezinde çalışıyorum. Bedeninden memnun olmayanlar geliyorlar ve başka bir bedene yük olup gidiyorlar.” deseydi ve şen bir kahkaha atıverseydi, ona demezler miydi bu işte gülünecek ne var bu kadar? Hatice, bu takım elbise ve parlak rugan ayakkabı ruhlu kadına yaklaştı ve sordu: “Merhaba, az önce ismim anons edildi. Nereye geçeyim?” Kadın kafasını kaldırıp elleri klavyede yazmaya devam ederken cevapladı: “Koridorun sonu, sağdan ikinci kapı hanımefendi.”

Koridorun sonu. Sağdan ikinci kapı. Zaten hep böyle olur. Koridorun sonu, sağdan ikinci kapı. Derin bir nefes aldı ve kapıyı tıklatıp içeri girdi. “Hatice A.?” diye sordu görevli. Bunu bir baş işaretiyle onaylayan Hatice’yi, transfer kabinine aldılar. “Birazdan zihninizin aktarılacağı hanımefendi de gelecek.” dediler. Hatice’ ye bu hanımefendinin fotoğrafını maille yollamıştı klinik. Onay maili atınca süreç epey hızlı gelişmişti. Görevliler gerekli hazırlıkları tamamlayıp kabinden ayrıldılar. Biraz sonra Hatice’nin “yeni bedeni” de teşrif etti. Kimlik işlemleri vesair derken Hatice’nin yanına götürdüler kadını. Ne diyeceklerini bilemez bir şekilde durdular bir süre. Neden sonra başladılar anlatmaya. Efendim yaşları kaçtı, spor yaparlar mıydı, kitap okurlar mıydı, kitap okurken kahve içerler miydi, olmadı kahveyi ve kitabı aynı karede yakalayıp boy boy paylaşırlar mıydı orada burada, falan filan. En önemli soru: Nerede yaşamaya devam edeceklerdi? Hatice mekân değiştirmeyeceğini belirtti. Yeni bedenin sahibi hanım, zaten Hatice’ye tabiydi. Anlaşmaya göre o nereye isterse, Hatice’nin eski bedeni oraya sürüklenecekti. “Ama,” dedi Hatice, “şimdi sizden isteyeceğim şey epey zorlar sizi. Gördüğüm kadarıyla şehirde yetişmişsiniz. Ve evet epey şehirlisiniz. Bedenimle köyüme dönmenizi talep edeceğim. Tarlalarda geçecek belki ömrünüz. Yaşlanınca da tam soluklanayım hele bir, dediğiniz yerde ölüp gideceksiniz belki. Buna hazırlıklı mısınız?”

Kadın şöyle bir gülümsedi, bakımlı ama biraz pürüzlü elleriyle saçını arkaya itti.

“Bu benim için asla problem değil hanımefendi. Benim aslım da köylüdür zaten. Çocukluğum, ilk gençliğim köyde geçti benim. Adapte olmakta asla problem yaşamayacağım. Hem organik hay…”

Hayaller suya düşünce nasıl bir ses çıkar? Hatice o sesin arasında boğulur gibi oldu. Şehirli bir yeni beden düşlerken, düşünden oldu. Bir umut ellerine baktı kadının. Yüzü ekşidi.

Şöyle demeli belki: Hacı hacıyı Mekke’de, köylü köylüyü dakkada bulur.

Fatma Ünsal

*Girişteki dizeler: Mustafa Akar/ Sabahın Bir Yerinde