Dünya Nar Tanesi Kadar
Hastanede doğmuşum. En lüks hastanede. Bu bir oyundu, ben de istediğim şeyi oluyordum. Annemin biricik kızı, can yoldaşı, sağ kolu oldum. Babamın annemden sonra sevdiği ilk ve tek kadın oldum. Dayılarımın harçlık verdiği ilk yeğen oldum. Anneannemin süt kızı, dedemin sırma saçlısı oldum.
Sekiz yaşında kendimi böyle bir masala inandırdım. Yedi yaşıma gelene kadar yorulana değin oyunlar oynardım. Uyku çok çabuk sarardı beni. Yatakhanemiz, kocaman bahçemiz ve oyun odalarımız kadardı dünya. Yedi yaşında bir şeyler değişmeye başladı. Artık her gün kocaman bir arabaya binip okula gidiyorduk. Dünyanın benim bildiğim dünyadan ibaret olmadığını gördüm. Anneler ve babalar gördüm. Okuma yazmayı öğrendim. Öğrendikçe yavaşladım, kısıldım, sindim. Sekiz yaşında yorulmayı bıraktım. Sağ kolum sızlamaya başladı. Hayaller kurdum. Uydurdum. Aile buldum kendime. Onlara isimler koydum. Babamın ismi Güven, annemin ismi Narin’di. Doğduğum andan başladım oyuna. Hastanede doğmuştum. Doktorun ismi Mine’ydi. Benim de ismimi Mine koymuşlardı bu yüzden. Geçenlerde televizyonda görmüştüm. Sağ kolum sızladı. Annesi ve babası bebeğe, doğum yaptıran doktorun ismini koyuyorlardı. Benim annem ve babam da öyle yapmıştır dedim. İsmimin Mine olmasının başka bir açıklaması olabilir miydi? Mesela benim ismim neden Ela değildi? Benim de gözlerim ela rengiydi. Burada gözleri ela rengi olan çoğu kızın ismi Ela’ydı. Geldiklerinde isimsizdiler.
Şen şakrak kalabalık bir ailenin Mine’siydim. İlk adımımı düşündüm, annemin ve babamın sevincini. İlk baba mı dedim anne mi? Sonra dede dediğime karar verdim. Çünkü en çok dedemi sevdim. Beyaz saçlı, beyaz sakallı pamuk bir dedem olsun dedim. Uçurtma uçurdum babamla. Annemin beni öperek uyandırdığı sabahları düşündüm. Sağ kolum sızladı. Pazar kahvaltılarını anneannemde yeriz dedim. Sekiz yaşımdan sonra her günü yeniden yaşadım. Zihnimi kandırıyordum. Mesela hastalanıyordum. O günün nöbetçisi bakıyordu bana. Zihnimi, algılarımı azarlıyordum. Onun nöbetçi değil annem olduğuna inanması için. Başlarda inanıyordu. Ben lam diyordum o cim anlıyordu. Hatıralarımı böyle kaydediyordum zihnime. Sonra işler güçleşti. Matematik defterimin ortasından bir sayfa açıp başlık attım “Lam – Cim” o sayfaya annemle yaptıklarımızı yazmaya başladım. Yazmak, inanma yetimin kaybolmasını biraz erteledi ama nafile. Zaman geçtikçe inandırmak zor oldu. Mutlu olamıyordum artık. “Neden böyle yapıyorsun?" diye sordum. “İnanmıyorum." dedim. “Parolamızı unuttun mu?" dedim. “Unuttum.” dedim. “Ben lam diyeyim sen cim anla.” dedim. “Olmuyor” dedim. “Sen oldurmaktan ibaretsin Mine” dedim. Sağ kolum sızladı. Ağladım, güldüm, eğlendim. Kandırdım. Kandırıldım. Sağ kolum sızladı.
Büyüdüm. Sekiz yaşım da yirmi kişilik odanın tavanı da geride kaldı. İnandığım mutlu aile tablosu, ben büyüdükçe öfkeye, kızgınlığa, kırgınlığa dönüştü. On beş yaşıma geldiğimde yurt idaresine gidip dosyama bakmak istediğimi söyledim. Senin hakkında hiçbir bilgi yok dediler. On sekiz yaşıma geldiğimde artık yurttan ayrılabilecektim ve son kez idareye gidip dosyama bakmak istediğimi söyledim. Bu sefer dosyayı verdiler. Evet, hiçbir bilgi yoktu. Beni buraya kimin getirdiği, annemin ve babamın neden olmadığı yazmıyordu. Yalnızca polisin beni teslim aldığı hastane vardı. Belki de doğduğum hastane.
Öğrendiğim bu küçücük bilgi elimi ayağımı uyuşturmuştu. Sağ kolum sızlıyordu. Doğduğum ya da kimsesiz olduğumun anlaşıldığı o yere, hastaneye gitmem altı ayımı aldı. Mutlaka bir ailem vardı. Defalarca kendime onlara ne kadar kızgın olduğumu hatırlatsam da umut peşimi bırakmıyordu. Beni yalnız başıma bırakmalarına kılıflar uyduruyordum. Korkuyordum. 18 yıldır orada çalışan biri karşıma çıkacak ve diyecek ki seni annen doğurup gitti. Filmlerde böyle oluyordu. Yıllardır hastanede çalışan birisi çıkıp o kimsesiz çocuğu hatırlıyor ve ailesini tanıyordu. Öyle olsaydı affeder miydin diye sordum. Affederdim dedim. Sağ kolum sızladı.
Hastaneye gittim. Uzun uğraşlarımın sonucunda arşivlerden kaydıma bakabileceklerini fakat beklemem gerektiğini söylediler. Bekledim. Hastanenin bahçesine çıktım. Bahçe kocaman ağaçlarla doluydu. Kalabalıktı. İnsanları aştım, çimenlik yoldan gidip bir ağacın altında duran banka oturdum. Susmuyordum. Çok az kaldı, hazır mısın diyordum. Hazır değilim diyordum. Ya? Sus bunu düşünme diye çıkıştım. Tepemde bir akasya ağacı vardı. Kokusu her bir yanımı sarmıştı. Bekledim.
Bir saat geçti. İki saat geçti. Ne aptalsın Mine, dedim. Öfkelenmiştim. Kalkıp gidiyordum ki bana yardım edeceğini söyleyen kadın geldi. Kanım çekildi. Sağ kolum sızladı. Kalktığım banka oturdum. "Ölmüş." dedi kadın. "Anneniz ölmüş. Size söylemediler mi? Hanımefendi? Duyuyor musunuz? Doğumda vefat etmiş anneniz."
Cevap veremedim. Kadın gitti ben kaldım. Beynim susmuyordu. Annem yok. Annem yok. Annem yok. Annem sağ kolumdaydı. Esmer tenimde beyaz, nar tanesi kadar bir lekeydi annem. Sağ kolumdaydı. Sağ kolum üşürdü. Sağ kolum üşüdü. Sağ bacağım, sağ göğsüm üşüdü. Üşüdüm.
Oldurduğum her şey, olmasın dediğim her şey ve olan biten her şey, işte o akasya ağacının altında son buldu.
Feyza Nur Çalıkoğlu