O GÜN-atölye hafta 6
O GÜN
‘Coğrafya kaderdir’. Ya da ‘Coğrafya kederdir.’ mi?
Saçımı elimle yana yatırdım. Penyemin kollarını uzamaları için çekiştirdim; uzamadılar. Okula giderken bu penyeyi giyiyordum; önlüktü benim için. Okulda bazı kişiler aynı kıyafetleri giyiyordu ve o giydiklerine de önlük diyorlardı. Çok garipti, nereden buluyorlardı aynı kıyafetleri? Bunu anneme sormuştum. Annem, okula giderken giydiğin şeye önlük denir demişti. Denk gelmiştir, ondan aynı şeyleri giyiyorlardır demişti. Annemin söylediği mantıklı gelmişti çünkü annemin söylediğinden başkasını bilmiyordum.
Kıpkırış bir pantolonum vardı, onu her giydiğimde çoraplarım görünürdü. İki çorabımın aynı olmasına dikkat ederdim. Söylediklerim o zamanlar bana garip gelmiyordu, farklı bir durumu bilmiyordum çünkü.
Saçımı tekrar yana yatırdım. Öğrenci bana baktım. Bu ben, okula giderken dükkânların camlarına baktığımda gördüğüm; aynam ise dükkân camlarıydı.
Üzerimdekileri çıkarınca Ahmed oluyordum. Çok garipti, giydiklerimle adım değişiyordu. Bir gün vardı. O gün okuldan dönerken bu dükkânın camlarına baktım. Camlar yerinde değildi, paramparçaydı. Evimiz yıkık döküktü. Adımın öğrenci olarak kalacağını düşünmüştüm o gün. Öyle olmadığını anlamam birkaç yılımı alacaktı.
O gün, her zamanki gibi okula gittim; iki odalı okuluma. Sınıfımda benden dört hatta beş yaş büyükler bile vardı. Zaman zaman konuşmalarına şahit olurdum; okulu bitirip sınıra gideceklerini, sınırı geçince de rahat bir hayat sürüp çok para kazanacaklarını söylerlerdi. Sınırı, bir ülke sanırdım. Çokça oyuncağın, dondurmanın, şekerin, çikolatanın ve daha birçok şeyin bolca olduğu yer. Sınır, bazen rüyalarıma bile girerdi.
O gün toplama işlemini öğrendim. Üç elmam varken iki elma daha alırsam beş elmam olacağını öğrendim. Havadaki parmaklarımı sayarken sınıfın penceresinden içeriye kocaman bir ses girdi. Herkes bağırmaya başladı. Çok korktum. Ne olduğunu anlamadım ama herkes bağırdığından ben de bağırdım. Yanımda oturan arkadaşımın elini tuttum. Ne olduğunu kimseye soramadım. O an sadece annemi istedim. Dudaklarım titredi. Kafamı kaldırıp etrafa baktım. Hiçbir şey göremedim; bir toz bulutu pencereden içeri girmişti sanki. Bağırış ve ağlama sesleri... Arkadaşımla birlikte sıranın altında bekledik. “Bak,” dedim, ”...bazen abiler böyle şakalar yaparmış, annem demişti bana. En dayanıklı kimmiş onu öğrenmek için yaparlarmış. Korkma, tamam mı?” Arkadaşım elimi sıktı, kafasını aşağı yukarı salladı. Ayağa kalkıp dışarı koştuk. Elini hiç bırakmadım. Bahçe ana baba günü gibiydi. İyice korktum. Arkadaşımın elini bıraktım. Ağlayarak koşmaya başladım. Yolu seçemiyordum. Gözyaşlarım görüşümü buğulandırıyor, havadaki tozlar yanağımdan süzülen yaşlara yapışıyordu.
Koştum, durmadan koştum; sabah gülerek geldiğim bu yolu şimdi ağlayarak koştum. Her sabah ayna bellediğim dükkân camlarının önüne geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Kalbim öyle çarpıyordu ki, bedenim sarsılıyordu. Öğrenci beni görmek için cama baktım. Camlar paramparçaydı, ayakta kalmış kısımlarında yalnızca ayaklarım görünüyordu. Koşmaya devam ettim. Ağlamam kesilmişti, başka çarem yoktu çünkü yolu göremiyordum.
Eve geldim. Durdum. Kalbim bedenimi sarsıyordu. Gökyüzüne baktım, berraktı. Kafamı indirdim, evimiz... Aramızda toz bulutu vardı, bulutu yararak yürüdüm. Anneme seslendim. Boğazım acıdı. “Anne!” Eve girdim; odalar birleşmişti sanki. Her yer taş yığınları. Evimiz her zamankinden aydınlıktı. Kafamı kaldırdım, gökyüzü. “Ahmed’im.” Zorlukla duyabildiğim sese gitmek istedim. Kime aitti, anlayamadım. Önümdeki taşlara baktım, tekrar duydum: “Ahmed’im.” Odama gittim. Annem. “Ahmed’im.” Üzerinde taşlar, yüzünde tozlar, yüzü gıpgri. “Anne, ne oldu sana? Niye üstünde taşlar var?” Eğildim, gözleri kapalıydı. “Yağmur mu yağdı?” dedim, göz kapaklarının kalkmasını bekledim; hareketlendiler ama kalkmadılar. “Hı hı.” “Anne neden kalkmıyorsun?” Bir şey söylemedi.
Anlamıştım, abiler bize şaka yapmıştı. Annem derdi hep, abiler bize şaka yaparlarmış. En dayanıklı kimmiş, bunu öğrenmek için yaparlarmış. Bir şakanın ne kadar ağlatacağını ve bildiğimin şaka olmadığını yıllar sonra öğrenecektim. Ve yağmurun aslında can yakmadığını; evleri, arabaları, okulları paramparça etmediğini. Hepsini yıllar sonra anlayacaktım.
Sorularım yanıtsız kaldı. Ağlamıyordum, çünkü annemleydim. Yüzündeki tozları sildim. Karşımdaki giysi dolabımıza baktım. Yoktu. Taşların altında kalmıştı. Hiçbir kıyafeti alamam taşların altından, diye düşündüm. “Anne...” Yutkundum. “…artık bu giydiklerimizle mi yaşayacağız?” Bir şey söylemedi, herhalde evet demekti bu, diye düşündüm. “E o zaman,” Annemin duyduğunu biliyordum. “…benim adım artık öğrenci.” Annem susmaya devam etti. Herhalde bu da evet demekti.
Birkaç saat sonra evimize amcalar geldi, adımı sordular, anneme baktım, susuyordu, öğrenci dedim. Öğrenci diye isim mi olurmuş dedi bir amca. Ona birkaç yıl sonra hak verecektim.
Sonra annemi beyaz bir beze sarıp götürdüler. Nereye götürüyorsunuz dediğimde, gelecek, dediler. Ama ben bunu sormamıştım ki. Hiç görmediğim bir teyze söylemişti bunu. Gelecek. Annemi çok bekledim, gelmedi. Gelmediği her gün daha çok bekledim. O zaman anladım, şakalar hiç güldürmezmiş. Annemin şaka dediği bu işi her hatırlayışımda ağladım. Hangi şaka güldürürmüş diye düşündüm. Şakanın kelime manasını öğrenmem de birkaç yıl sonra olacaktı.
O gün, annemin yüzündeki tozları silerken ağladığını anlamıştım. Gözlerini son kez kapatmadan önceki gözyaşlarıydı. Son kez beni onaylayışıydı; ona yağmur mu yağdı diye sormuştum. Ama yağmur böyle olmazdı.
O son anları her hatırlayışımda, söyledim kendime, o son yağmurdu. O yaşlardayken, öğrenciyken ben, yağmur diye bildiğimdi annemi benden alan; abilerin şakasıydı.
Hacer Noğman
“-Haftanın görevi: Geçmiş öyküyü düzenleme. 2 sayfa ve altı metinlerin yüzde 20’si, üstü için ise yüzde 25’i çıkarılacak.”