(Görev: Önceki öykülerimizin birini düzenlemek. Kelime eksiltmek.)
Hikâyenin eski hâli: https://docs.google.com/document/d/1FpFmSuMvI8jpBGL8uWdzlFa8IVT8jBoyL2ZwGzH485w/edit
TAKİPSİZLİK KARARI
‘’Seni tanıyan son kişi de öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın.’’
Kızılderili Atasözü
Babam ben iki yaşındayken ölmüş. Öldürülmüş işin aslı. Bir gece, kuytu bir sokakta yüzüstü yatarken bulmuş onu polisler. Sırtından tek kurşun. Göğüs hizasından.
Annem on beşime gelene kadar anlatmadı işin aslını. Keşke de anlatmasaydı. Belki peşime takılmazdı o adamlar.‘’Kalp krizinden.‘’ demişti önceleri. On beşime bastığım gün, doğum günü hediyesi niyetine ne varsa anlattı. Çocukluk da o gün bitti. On beş yaşımın bayrağıyla atlayıp çitlerden, büyüklerin o muğlak, tozlu ve kinden dünyasına geçiverdim. Kim vurduya gitmiş babam. Ölürken daha yirmi beşindeymiş. Yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini.
Annemin bunu anlatmasından sonra akşamları rahat yürüyemez oldum sokaklarda. Peşime iki kişi takıldı. Ensemde iki kişinin nefesi. Nefesleri sigara ve toz karışımı kokuyor. İki kişi. Terden ve buzdan. On beş yıldır her gece. Eve kadar izliyorlar beni. Derdimi kime anlattıysam, kuruntu deyip çıktılar işin içinden. Polise de gittim. Bir gece, benim için bir polis devriyesi bile görevlendirdiler. Adamlar peşimde koşup dururken; polis aracı yanıma yaklaştı, pencereyi açıp: ’’ Tuh ulan senin suratına!‘’ dedi biri. Afalladım. ‘’Gölgenden mi korkuyorsun? Devletin polisini, seni gölgenden korusunlar diye mi meşgul ettin?” Gazlayıp gittiler. ‘’Psikoloğa git.‘’ diyor annem. ‘’Seni bu evham tüketir.‘’ Psikolog ne yapacak yarayı ortaya dökmekten başka?
Öğrenciyken arkadaşlar varsa yanımda, uzaktan izlediler beni. Bana acıyorlardı arkadaşlarım. Dalga geçen itler de vardı tabii. Bir Kutlu hikâyesine giremeyecek tipler işte! Korkağa çıkardılar adımı. Korkmuyorum ulan! Yüksek sesle: Korkmuyorum ulaaaannn! Az daha: Korkkmuyoooruuummm ulaaaaann! Daha! Korkuyorum ulannn! Ensemdekilerden de korkuyorum, kendimden de korkuyorum! O zaman susuyorlardı. İtirafı duyunca susan bir tür bu insan dedikleri.
***
Annem kendimi bildim bileli, mavisi solmuş terliklerini ayağından bir gün olsun çıkarmadı. Bir ayin gibi ayağına onları geçirip, öyle başlıyor güne. Pencerenin kenarına geçip uzaklarda bir şeyi görmek ister gibi bakıyor bir süre. Sonra çehresini karartıp mutfağa yollanıyor. Yıllardır böyle. Acısını yüzüme yüzüme üflüyor her gün. Babam ölmeden bir hafta önce satın almış o terlikleri anneme. Yatarken yatağının yanına bırakıyor. Çocukken bir gün, şakacıktan sakladım onları. Süpürgenin topuzuyla dövdü beni. Hem vuruyor hem ağlıyor : ‘’Nerede ulan? Nereye attın ? Gidinin gâvuru!‘’ Ramazan davuluna çevirmişti de aman dileyip kurtulmuştum elinden. ‘’Şaka yaptım.‘’ deyince de bir posta daha dövmüştü. Canı sağ olsun. Annem yasını hiç terk etmedi. Kıyafetleri eskidi, sırtına o gece geçirdiği hüzün hiç eskimedi. Sevdi beni sevmesine de bir vazife gibi. Benimki de çocukluk işte. Çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama.
Yine de duasını eksik etmez üstümden. Dini bütün, kalbi parçalı. Sabahları Felak ve Nas’ı suratıma okumadan yollamıyor işe. ‘’Anne geç kaldım.’’ desem de bırakmıyor. ‘’Nazar değer, nazar.’’ diyor. ‘’Anne şu sıfata mı?‘’ diyemiyorum. Sıfatımı düşününce Mualla aklıma geliyor, canım sıkılıyor. Annem yüzüme üfleyemeden hızla çıkıyorum evden.
Mualla Bahsi.
Tam da hikâyelerdeki gibi güzel ama hain, sevdiği adama acı çektiren kadınlar gibi adın Mualla. Herhâlde sen, benim hikâyeme bu yüzden düştün. Yoksa adın başka türlü olurdu.
Seninle o otobüste karşılaşmasaydık Mualla. Karşılaştık hadi, yanıma oturmasaydın bari. Yasemin çiçeği kokusunu bileklerine sürmeseydin. Pencereden dışarı bakmasaydın. Hadi baktın, bakarken yüzünde leylaklar açtırmasaydın. Açtırdın, geçmiş olsun.
Sonra sık rastlaştık otobüste. Ben iyice sırıtırken seni görünce, sen gözlerini devirip durdun. Ben kravatımı düzelttikçe, sen kafanı çevirdin. Kravatlarımın rengini mi beğenmedin Mualla? Haber yolladım arkadaşınla. ‘’Dengim mi o? ‘’ demişsin. ‘’Boyu da kısa. Umduğum gibisi talip olmaz mı be bana?‘’ demişsin.
Um tabii Mualla um. Mumlar yakarak um. Hem ummak bir ummandır, korkma Mualla. Boğul.
Annem evlenme bahsini açtıkça ben kapatıyorum Mualla. Seni görmeseydim, mutlu bir yuvam olurdu belki. Perde arkasında bir karartım. Gel gör ki, seni bir kere tanıdıktan sonra yaşamak acısını da tanıdım. Var ol Mualla.
Bu bahsi kapatalım. Başım dönüyor.
Mualla Bahsi Kapandı.
***
Annem her gece babamın kara haberinin geldiği o saatte, ufacık kâğıtlara bir şeyler yazıp boş bir reçel kavanozuna koyuyor. Ne yazdığını bilmiyorum. Bakmaya da cesaretim yok. Kavanoz kapağını kalbi gibi sırlıyor her gece. Odasındaki komodinin gözüne koyuyor. Annem ki babamın ürkek ülkesi. Kapısını bir kapattı, hiç kimseye açmıyor.
Kavanozun hikâyesini güç bela aldım ağzından. Babam öldürüldüğü gece, marketten dönüyormuş. Bir sürü ıvır zıvır, bir kavanoz da vişne reçeli. Annem sever diye alırmış arada. Seni seviyorum demenin bir şekli. Bir demet çiçek değil de bir kavanoz reçel. Babamdan kalanların içinden çıkmış. Kavanoz boşalınca atmamış annem. Her gece içini döküyor ona.
Bir iş dönüşü, adamlar ensemde, can havliyle evin kapısına vardığımda, ışıkların kapalı olmasına şaşırdım. Kapıyı açınca, evden gelmeyen yemek kokusuna, terliklerinin öylece kenarda durmasına da. Odasına girdim. Yatıyor. Oda sokaktan gelen ışıklarla alacalı. Zayıf vücudu yorganın altında kaybolmuş. Işığı yakmadan yanına sokuldum. ‘’Kalkma.‘’ dedimse de dinletemedim. Sarıldı bana. Kucaklaşmamız nemli bir toz bezinin nadide bir vazoyu kucaklaması gibi sessiz ve ihtiyatlı oldu. Ateşi vardı. Suya soktum. Düşmedi. Doktora gitmemekte direndi. ‘’Sirkeli su içir geçer.‘’ dedi. Nice sonra kavanozu istedi kâğıt kalemle. Bir şeyler karaladı. Tam kâğıdı kavanoza koyarken, yığılıverdi yatağa. Su içer gibi. Bir kuş havalanmış gibi. Kavanozdaki binlerce küçük kâğıt yere saçıldı. Annemin bir dayısı vardı. İri cüsseli bir adam. Pala İsmail. ‘’Ölmek nedir ki? ‘’ derdi, ‘’vaktin gelince yatıp öleceksin.’’ Vakti gelince harman yerine yığılıverdi Pala İsmail. Kız, halaya değil miydi?
Ertesi gün, öğle namazından sonra defnettik onu. Babamın yanında mezar yeri bulamadık, ayrı düştüler. O gün, taziyeye gelenden gidenden başımı kaldıramadım. Gittiklerinde yatsı okunuyordu. Evde duramadım, sokağa attım kendimi. Dolaştım durdum. Eve dönmeden mezarlığa da uğradım. Annemin başında oturdum bir süre. Mahreçsiz dualarımı okudum. Annemi bıraktım. Kim yalnız kaldı, bilemedim. Ensemdeki sesler kesilmişti. Herhâlde üzüldüler hâlime. Yalnızlık. Teker teker gel.
Karanlık, soğuk ev karşıladı beni. Terlikler köşede. Elimi yüzümü yıkayıp annemin odasına girdim. Yüzüstü uzandım yatağına. Beyaz sabun kokuyor. Halıda kavanozdan fırlayan kâğıtlar, olduğu gibi duruyor. Eğilip birini aldım. Açtım ve annemin acemi yazısıyla karşılaştım.
Fatma ÜNSAL
Hikâyemde kullandığım dizeler ve sahipleri:
‘’On beş yaşımın bayrağıyla atlayıp çitlerden‘’ Ahmet MURAT
‘’Yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini‘’ Attilâ İLHAN
‘’bir Kutlu hikâyesine giremeyecek tipler işte!‘’ Osman KONUK
‘’Çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama.’’ Güven ADIGÜZEL
‘’ ummak bir ummandır, korkma Mualla.’’ Süleyman ÇOBANOĞLU
‘’seni bir kere tanıdıktan sonra yaşamak acısını da tanıdım.‘’ Âsaf Hâlet ÇELEBİ
‘’Annem ki babamın ürkek ülkesi.‘’ İbrahim TENEKECİ
‘’Kucaklaşmamız nemli bir toz bezinin nadide bir vazoyu kucaklaması gibi sessiz ve ihtiyatlı oldu. ‘’ Cahit KOYTAK