İLK HALİ https://docs.google.com/document/d/1nQlSp61X1ncK3bnmsuQwofERZZoypTQsjVGkeLY3siU/edit
YARIM KALAN
Annem; ahizeyi sararmış dantelin üstüne bıraktıktan sonra bana seslendi “İsmail telefon sana”. Sesi duymamla merdivenlere yöneldim. “İyi ki kapattırmamışız ev telefonunu, görüyor musun? Bir de ne gerek var diyordun” diye serzenişte bulundu.Kimmiş diye sormama fırsat vermeden; “Arkadaşınmış,sana ulaşamamış, ev telefonunu aramış.” deyiverdi. Ah benim tezcanlı annem! İyi de benim cep telefonum açıktı ki.
Her ne kadar sürekli sessizde tutmamdan ara sıra şikayet eden arkadaşlarım olsa da ev telefonunun numarasını bilen kimse yoktu. Ben bile en son ne zaman aradım hatırlamıyorum. Ezberim de iyi değildir hem. Yatılıya ilk gittiğim zamanlar ranzamın üstüne, dolabımın kapağına, sıfır beş uçlu kalemimin içine kısacası görebileceğim her yere yazmıştım numarayı. Hoş kaç kere aradım sanki. Ya sıra olurdu ankesörün önünde ya da benim kartım olmazdı ama annemler her hafta sonu beni aramayı ihmal etmezdi.
Babamın ve annemin meraklı bakışları altında girişte vestiyerde duran telefonun ahizesini kaldırdım. Arayanın sesi çok uzaktan geliyordu. Yok yok hatlar kesik falan değil bu kez gerçekten uzaktan geliyordu. Arayan liseden arkadaşım Yusuf'tu. “Hayırsız, insan numarasını değiştirir de haber etmez mi?” demesinden anladım. Hafif peltek bir lisanı vardı ve benim ondan başka peltek konuşan arkadaşım yoktu. Hoş benim pek fazla arkadaşım da yoktu ya neyse. Afyon'da askerde imiş. Epeydir araba almak istiyormuş Isparta'da bulmuş bir tane.Sonra ben gelmişim aklına. Eski telefon numaramdan ulaşamayınca annesini aramış, okul yıllarındaki hatıraları biriktirdiği kutuyu istemiş. Okul biterken ona hediye ettiğim sıfır beş uçlu kalemim varmış kutunun içinde. Ben bile hatırlamıyorum verdiğimi. Son gün sarhoşluğu işte. Kalem eline ulaşınca içerisine koyduğum yıllanmış kâğıttan ev telefonumuzu bulmuş. Aileme benim numaramı soracakmış aslında bu kadar kolay olacağını tahmin edememiş. Telefonun diğer ucunda beni bulmak büyük sürpriz olmuş ona.
Kolay mı oldu? Değer miydi bu kadar uğraşa? Pek tabi arabaya bakmaya yanına birini getirebilirdi. Hem ben arabalardan anlamam ki. Değermiş, öyle diyor ahizenin diğer ucundaki ses. Yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Tarif ettiği yerde - sanki Isparta'ya ilk gelen o değil de benim - iki saat sonrası için sözleşiyoruz. Telefonu kapattıktan sonra kısa bir özet geçiyorum bizimkilere. O sırada kapıdan içeri kardeşim Kerem giriyor. Annem yine aynı; alnından terler akan, kravatı bir taraftan sallanan kardeşime bağırıyor, ellerinden köpükler damlamasına aldırmadan. “Hanım hanım!” diye susturuyor babam annemi. “Genç onlar, arada olur öyle şeyler” diyor.
“Yolda gelirken Yıldız ablayı gördüm” diyor Kerem. “Abine selam söyle”dedi. Annemin iğneleyici laflarından bu kez ben nasipleniyorum. Yirmi yedi yaşıma gelmişim, askerliği de bitirmişim, memur da olmuşum daha neyi bekliyormuşum. Yıldız'ın anası onu sıkıştırıyormuş. Tam oflayıp puflayacaktım ki imdadıma babam yetişiyor. Okuduğu gazeteden usulca başını kaldırıp;”Hanım hanım! Onlar daha genç, ses etme rahat bırak çocukları” diyor.
Montumu alıp hızlıca evden dışarı çıkıyorum. Yusuf'u düşünüyorum. Yatılıda beraber geçen dört yıl. Kırşehir’den gelmişti Ankara’ya. Onun da kimsesi yoktu bu şehirde. Önce sıra arkadaşı sonra yatakhane arkadaşı olmuştuk. Yusuf’un babası çiftçi annesi ev hanımıydı. Yedi kardeşin en büyüğüydü. Yokluk görmüş ama arsız olmamıştı. Efendi, çalışkan biriydi. Benim aksime çok girişken bir yapıya sahipti. Beni ne zaman tek başına görse arkadaşları toplar yanıma gelirdi. İçe kapanık hâlimi değiştirmeye daha doğrusu ortamlara alıştırmaya çalışırdı. Ne kadar uğraşsam da onun gibi girişken olamazdım. Yusuf çok iyi satranç oynardı. Okul takımı ile turnuvalara katılırdı. Bana da öğretmişti biraz. Ben de sana balık tutmayı öğretirdim amma Ankara'da deniz yok ki dediğimde; "Söz lan bu yaz Isparta’ya geleceğim öğretirsin" demişti. O yaz ve devamında gelen hiç bir yaz gelemedi Isparta’ya.
Şimdi ise; “İki saate geliyorum” demişti. İçimi anlamsız bir heyecan kaplıyor. Acaba balık takımlarını alsa mıydım evden çıkarken? Hâlâ hatırlıyor mudur bana verdiği sözü? Kaç saat duracak ki burada? İzindeyim demişti tabi ya bir iki gün kalır belki. O değil de bahsettiği araba da fiyakalı yalnız. Nereden buldu o kadar parayı acaba? Üniversite zamanında bir kaç kez görüşmüştük sonrası yok. Ne yaptı ne etti bilmiyorum. Daha lise yıllarında kafaya koymuştu;”Ticarete atılacağım. Ailem memur olmamı istiyor ama yok, olmaz kendi işimin patronu olucam. Memur adam ne uzar ne kısalır.” demişti. Yusuf'u onca insan arasından kendime yakın hissetmem de bu düşüncelerinin büyük payı vardı belki de. Benim açık yüreklilikle dile getiremediğim şeyleri bağıra çağıra söylerdi. Ona müthiş bir saygı duyardım. Belli ki büyük adam olmuş Yusuf. Alacağı arabaya bakılırsa şeytanın bacağını kırmış. Ben ne yapıyorum peki burada? Sevmediğim bir şehirde istemediğim bir hayatı yaşıyorum. Yıllar sonra bir araya geldiğim arkadaşıma anlatacak ilgi çekici bir hikâyem de yok üstelik. “Hiç değişmemişsin be İsmail! Okul yıllarında da böyle sıkıcıydın.”diyecek belkide. Tek hobim haftada bir gün Eğirdir Gölü'ne balık tutmaya gitmek. Kendimle vakit geçirdiğim huzurlu bir kaç saat hepsi bu. Yusuf'a akademisyenlik hayalimden bahsetsem mi acaba? Az biraz ayaklarım yere bassın, kenara üç beş bir şey atayım ilk işim yurt dışına çıkmak! Bu sefer de hikâye yol ayrımına giriyor. Yıldız, sevdiğim kadın. Ailesinin biricik evladı. Değil yurt dışına, il dışına bile göndermek istemiyorlar. “Yurt dışına çıkarsan beni unut” demişti Yıldız. Unutamıyorum işte ne Yıldız'ı ne de hayallerimi!
Yusuf geliyor. Beraber satın alacağı arabaya bakmaya gidiyoruz. Pazarlık ediliyor, eller sallanıyor. Hayır duaları ile anahtar teslim ediliyor. O gece evimizde misafir ediyoruz Yusuf'u. Ertesi gün balığa götürüyorum onu. Başlıyor anlatmaya. Fakülteyi bitirince önce birkaç inşaat şirketinde çalışmış. Sonra sağdan soldan borç alarak kendi şirketini kurmuş. “Şimdilik iyi gidiyoruz bakarsın bir rezidans da biz dikeriz.” diyor, gülerek. Asteğmenlik çıkınca da koşa koşa gelmiş Afyon'a. “Hem askerlik yapıyorum hem maaş alıyorum fena mı?” diyor.
Yusuf o gün bir sürü uğraştan sonra tuttuğu sazanı mangalda pişirip afiyetle yiyor. Telefon numaraları alınıyor, görüşmek için sözler veriliyor. Ne akademisyenlik hayallerimden, ne sevdiğim kadından, ne de bu şehrin ruhumu kabzetmesinden bahsedebiliyorum. Akşama yakın 2017 model Sedan'a binip Afyon'a dönüyor. Arkasından el sallamakla yetiniyorum.
…
Yıllar var ki Yusuf’u görmedim. O günden sonra epey bir telefonlaştık. Konuşmalar yerini mesajlaşmaya, mesajlar da bayram tebriğine bıraktı. Çok yoğun çalışıyordu. Kolay değil kocaman şirketi yönetiyordu. Hatta yakın zamanda “Yılın En İyi Genç İş İnsanı” seçilmişti. Gazetede haberi çıkmıştı. Tebrik etmek için aradığımda telefonu meşgule düşürmüştü. Ben de kısa mesajla iletmiştim tebriğimi. Açmadığı iyi oldu belki de. Ya açsaydı? Soracağı sorular hazırdı. O hayallerini gerçekleştirmişti peki ya ben? Ona verecek bir cevabım yoktu.
Saat sabah dokuz çeyreği gösteriyor. Anahtar yavaşça kapının deliğine giriyor. Tek hamlede açılıyor kapı. Eşim nöbetten dönüyor. Hızlıca paltosunu askıya bırakıyor. “Asya uyandı mı?” diye soruyor, cevabımı beklemeden hızlı adımlarla çocuğumuzun odasına gidiyor. Sabah kahvemden bir yudum daha alıp okumakta olduğum gazeteye dönüyorum. İkinci el araba fiyatları iyice arttı. “Yusuf o gün Sedan'ı almakla akıllılık etti” diye düşünüyorum. Hoş şimdiki serveti o arabayı üçe beşe katlar. Araba fiyatları iyice arttı. Ne zamandır eşimle arabayı değiştirmeye niyetleniyoruz fakat bir türlü nasip olmuyor. Sayfayı çeviriyorum bir ilan gözüme ilişiyor.
2017 model Opel Astra Sedan sahibinden satılık. Yusuf Göktürk.
Gazeteyi kenara bırakıp telefonu elime alıyorum. Mesaj kutucuğunu açıyorum:”Arabanız hâlen satılmadı ise ben ilgileniyorum”. Gönder, Yusuf Göktürk.