Hallac Otu

Beyza Betül Özcan

Hatıraların başında beklemekten vazgeçtim. Öyle ki şimdi ile bağlantım kesilmişti. Bir yolunu bulup geçmişi geçmişte bıraktım. Bu sefer şimdi ile kavgam başladı. Şimdi ne yapacaktım? Yıllarca yürüdüm. İnsanlarla tanıştım. Kimi gün aç kaldım kimi gün susuz. Bazen doğan güneşin rabbine iman ettim, bazen içimdeki güce. Bazen ayağıma dikenler battı, bazen geçtiğim yollardan güller topladım. O kadar uzun zaman olmuştu ki gün geldi neden yola çıktığımı unuttum. Her şey insan içindi bu dünyada. Başıma ne gelirse kabullenmeyi öğrendim. Ninemin öğütlerini yanıma azık ettim. Karnım doymadı ama yolda da bırakmadı. Sonuçta sevdiceğimin hatrı vardı. Çekilen çile boşuna değildi.

Nice gün sonra yol beni dergâha çıkarmıştı. Kırk gün kırk gece dergahın kapısında bekledim. Açlıkla terbiye edildim. Bedenimin sadakasıydı bu oruç. Ninem; “Önce nefis terbiye edilmeli, sonra Allah rızkını verir. Bu dünyada kimse açlıktan ölmez evlat.” derdi. Ninemin öğüdünü kendime azık ettim. Bi kere yola çıkmıştım. Yol ne getirirse kabulümdü fakat kapısında beklediğim dergaha ne gelen vardı ne giden. İçeri giremediğim gibi bahçeden dışarı da çıkamıyordum. Sıkışmış kalmıştım. Evim neresiydi unutmuştum.

Ezanlar okundu selalar verildi. Bahçe duvarının önünden omuzlarında sıra sıra tabutlar olan insanlar geçti. Gün ağardı, bahçedeki çiçekler niyaza durdu. Kalbimi yokladım. Kaskatı kesilmişti. Aradığım imanı orada da bulamadım. Elim istemsizce mideme gitti. Açlıktan küçülmüştü fakat gariptir ki; hissettiğim açlık dünyevi zevklere karşı değildi. Belki de aradığımı bulduğumda doyacaktım. Dudaklarım susuzluktan çatlamıştı. Güneş tepeye çıktığı vakitlerde de üzerime hâlsizlik çöktü uyuyakaldım. Uyandığımda ise başucumda bir kuru ekmek ve biraz su buldum. Dergahın kapısına vurdum, açan olmadı. Yattığım toprak taş oldu. Yağmur yağdı, yumuşadı. Sonra bir adam çıkageldi. Taştan bir kâse koydu bahçe duvarının üstüne. Gelen geçen insanlar ona para atmaya başladı. Doldukça boşaldı. Gelen bıraktı, alan gitti. Kimse kimseyi görmedi. “Onların sadakası da bu evlat” dedi, Dede Efendi. Sesi duymamla arkama dönmem bir oldu. Karşımda tüm heybetiyle duran bir dede vardı. Günlerce süren bekleyişten sonra bir muhatap bulma sevinci ile Dede Efendi’nin ellerine sarıldım. Medet diledim. Dede Efendi ellerimi avucunun içine alıp eğilen belimi doğrulttu. Dergaha buyur etti. Sobanın dibine oturduk. Beni yola düşüren şeyin ne olduğunu sordu. Güllaç, dedim. Dede Efendi şaşırdı. Ben de şaşırmıştım. Bir çırpıda çıkıvermişti ağzımdan. Unuttuğum her şeyi hatırlayıverdim bir anda. Güllaç. Evet burada olmamın sebebi güllaçtı. Her şey nineciğimin başının altından çıkmıştı. Nasıl mı oldu? Anlatayım.

Nineciğimin tek derdi beni helal süt emmiş bir kızla evlendirmekti. Belki de güllaç yemekti. Anne babam ölünce bu işi kendine görev bilmişti. Olmaz desem de ikna edemedim. Gözü açık gidermiş öteki tarafa. Peki, dedim. Bir kerecik görüşmeden bir şey olmazdı. Yeter ki nineciğimin gönlü hoş olsun. Önce kızın fotoğrafını gösterdi sonra methiyeler dizdi. Evlenmeye niyetim olmadığı için fotoğrafa alıcı gözüyle bakmadım. Akşama gidiyormuşuz. Her şey hazırmış. Ben hazır değilim ama! Ah nineciğim ah beni nelerle uğraştırıyorsun? Akşam ezanından sonra ninemle beraber kızın evinin yolunu tuttuk. Yolda bari anlat kimdir bu kız, dedim. Çok iyi bir aile kızıymış. Babası eşraftanmış. Kırk yıllık güllaç ustasıymış babası. Şimdi niyeti aşikâr oldu nineciğimin. Hem güllaç yiyecek hem de adam anlattığı kadar güzel yapıyorsa tarifini kapacak. Kız bahane güllaç şahane. Aman ne güzel! Bir yiyen bir daha istermiş. Anladım nineceğim, anladım. Ben sana kızı sordum sen bana babasının yaptığı güllacı anlatıyorsun, diye çıkıştım nineme. Olsunmuş aile önemliymiş. Söylene söylene eve vardık. Hoşbeşten sonra nineciğim tam lafa girecekti ki; kızın babası;” Aman efendim ne bu acele?” diye eli ile nineciğimi susturdu. Önce güllaçların tadına bakacakmışız. Kızın babası “Kızım getir ikramları” diye boşluğa seslendi. Çok geçmeden içeriye; elinde bir tepsi güllaç dolu tabaklarla ayyüzlü bir kız girdi. Öyle güzeldi ki sanırsın peri padişahının kızı. O anda vuruldum.Sonrasını hatırlamıyorum. Ben kendimde değildim. Gözümü açtığımda yüzüklerimiz takılıyordu. İşte o an farkına varmıştım; bi peri kızına kaptırmışım gönlümü. Gel zaman git zaman sevdiceğimin babasına bir hastalık tebelleş oldu. Sevdiceğim gündüzleri babasına bakıyor, geceleri gizli gizli ağlıyordu. Babasına üzüntüsünden kahru perişan olmuştu. O dillere destan güllaçlar şimdilerde öksüz kalmıştı. Dükkân kapanmış, tüm siparişler askıya alınmıştı. Sevdiceğim günden güne babası ile beraber eriyordu. İçim içimi yiyor, elimden bir şey gelmiyordu. Doktorlar çaresi yoktur, eve götürün demişlerdi. Dağ gibi adam evinde ölümü bekliyordu. Sonra duyduk ki; hallac otu diye bir ot varmış. Yüksek dağların eteklerinde olurmuş. Bulunması çok zormuş. Öyle ki ayak basılmamış yerde bitmeli, tadı acımamış olmalıymış. Üzerinden üç nisan yağmuru geçmeliymiş. Dördüncüsünde koparıp yazın en sıcak günlerinde kurutmak gerekirmiş. Sonra da onu bir dergaha götürüp Dede Efendi’ye havanda dövdürmeliymiş. Ardından yetmiş fakiri doyurup, yetmiş yetime sadaka verilmeliymiş. En sonunda da hallac otunu hastanın yediği yemeğe içtiği suya katmalıymış. Biizniillah hasta şifa bulurmuş.

Dede Efendi bismillah çekip ayağa kalktı. Sönmekte olan sobaya bir odun daha attı. Sonra karşıma oturdu. Eline tesbihini aldı. Kendince bir şeyler okudu. Bana doğru sıcak nefesini üfledi. Elini kalbime koydu. O an kalbim yanmaya başladı. Açlığım da susuzluğum da yavaş yavaş diniyordu. Hâlsizlikten çöken omuzlarım dirileşmeye başladı. Kalbimde daha önce tarif edemediğim bir huzur vardı. Dede Efendi sanki tüm yorgunluğumu almıştı. Hallac otunu bulma ümidiyle, günlerce yersiz yurtsuz gezerken burası bir anda evim olmuştu. Sanki cennetten bir kapı açılmış da beni içeri buyur etmişlerdi. Oda genişledikçe genişledi. Zaman genişledikçe genişledi. Ben de zamanın içinde kayboldum.

Ne vakit sonra Dede Efendi elini kalbimden çekti. Gözlerimi açtım. Oturuşunu düzeltti ve “Hallac otu yanında mı?” dedi. Evet diyebildim sadece. O an hipnoz olmuş gibiydim. Cebimden; toz olmaya yüz tutmuş hallac otunu çıkarttım. Dede Efendi, otu aldı sonra ayağa kalkıp diğer odaya gitti. Döndüğünde elinde bir havan vardı. Yine, benim daha önce hiç duymadığım dualar okuyarak otu havanda dövdü. Dövme işi bitince toz haline gelen ot yığınını bir beze sarıp bana doğru uzattı ve “Derdi veren Allah dermanını da verir evlat. Bizler sadece bir vesileyiz. Şifa O’ndandır. Seni o kızla tanıştıran yollara düşüren de Allah Azze ve Celledir. Bundandır ki hikmetinden sual olunmaz. Fakat bu yol senin yolun olmuş evlat. Aradığını buldun mu? Açlığın susuzluğun dindi mi? Günlerce kapının önünde yattın. Kaç cenaze gördün? Kim bilir hangisi hangi dertten öldü de anlatan olmadı. Şu fâni dünyada nicesin? Bir kuru ekmekle açlığın çaresi var da ölümün çaresi yoktur evlat. Sen de gördün. Evvel Allah, badeltarik senin nefsin terbiye olunmuştur. Mutmain kalasın, öyle ölesin inşallah. Şimdi var git yola düş. Sevdiceğinin babasına yetiştir otu. Başlarındaki belayı defetmek için bol bol sadaka vermeyi ihmal etmesinler. Unutmayasın ama evlat; Azrail seni beklemez. Hadi, hayırlı yolculuk ola.”dedi.

Tekrar yola düştüm. Günlerce yürüdüm. Aradığımı bulmuş içimdeki açlığı dindirmiştim. Dergahtan ayrılırken Dede Efendi kapıda bir pınarın yolunu tarif etmişti. Adı yaşam pınarıymış. “Suyu şifalıdır, içmeden geçme. Bir kab da sevdiceğinin babasına götür. Bu sudan içen biiznillah ayağa kalkar.’’ demişti. Vardım yaşam pınarının başına; kana kana su içtim. Kandıkça içtim, içtikçe şiştim. Davul gibi oldu karnım. İçtiğim sular paçalarımdan aşağı döküldü. Yaşam doluydum artık! Öyle ya yaşam pınarıydı bunun adı. Onca gönül yorgunluğuna, tükenmişliğe iyi gelirdi. Dergahta bulduğum huzur burada tamam olmuştu. Dipdiriydim artık. Utanmasam yollarda kahkahalar atarak yürüyecektim. Şimdi ne açlık kalmıştı ne susuzluk. Yol beni değiştirmişti. Eski ben değildim artık. Kalbimi yokladım Allah oradaydı. Cebimde hallac otu sevdiceğime kavuşmak için gün sayıyordum. Eve çok yaklaşmıştım. Azrail benden önce davranmazsa; son kez ağız tadı ile güllaç yeriz, diye düşündüm. Yüzümde; görevini yerine getirmenin haklı gururu ve tebessümü yayıldı.