Güllaç

Hacer Uyğur

Kelimeler: Açlık, sadaka, güllaç

Zorluk: Konu Ramazan’dan başka olsun. Din, öykünüzde yer etmesin.

GÜLLAÇ

Yine aynı yerdeyim. Buradan gidemiyorum. Her sabah bambaşka bir yere gitmenin planlarını kurarak yola çıkıyorum. Bugün Fatih Camii’ne gideyim diyorum mesela, bir vapura atlayıp Üsküdar sahile geçeyim ya da Eminönü’nde balık ekmekçilerin yanındaki köprünün altında oturayım diyorum. Yine de her gün, elimde teneke bardağım, Gülendam Pastane’nin karşısına seriyorum gazetemi. Gözlerimi kapıya dikiyorum. Onu bekliyorum. Bazı günler gelmiyor bile. Ama geldiği zaman… Geldiği zaman her şeyi unutuyorum. Nerede oturduğumu, nerede yaşadığımı, kim olduğumu, buraya neden geldiğimi… Her şeyi.

Onu ilk görüşümün üzerinden iki ay geçmiş. İki ay. Ne kadar tuhaf. Böyle söyleyince pek de uzun bir zaman gibi gelmiyor. On yedi senelik ömrümün içinde iki ay nedir ki? Ama öyle olmuyor işte. Onu gördüğüm âna kadar yaşadıklarım anlamını kaybediyor. Beni bu noktaya getiren, önümdeki teneke bardağa mazlum bakışlar atıp sesimi kısarak; “sadaka, sadaka…” dedirten olaylar dizisi bile bulanıklaşıyor, önemsizleşiyor. Sadece o ve onun olduğu bir gelecek hayali kalıyor geride.

Ben düşünürken biraz öteme bir kadın oturuyor. Kucağında günahsız bebesiyle. Ellerini açıp dilenmeye başlıyor o da: “Allah rızası için, çocuğum aç, süt alacak para lazım, bir sadaka…” Sesini bu kadar inceltebilmesine hayran oluyorum biraz. “Vay be” diyorum. “İşin tüm inceliklerini biliyor.” Ben sesimi böyle inceltemiyorum mesela. Bazı abilerimiz bacakları kesilmiş numarası da yapıyorlar. İstesem öğretirlerdi de. Ama hiç istemedim. Olduğu kadarı yetiyor bana. Zaten iki aydır dilenirken yüzüm kızarmaya başladı. İlk günlerime döndüm neredeyse. Bir de farklı farklı numaralar yapıp daha da utanca batamam.

“Bak hele! Sen başka yere gitmez misin hiç?”

Sesin kaynağını bulmak için başımı kaldırıp etrafa bakıyorum. Etraf sakin görünüyor. Gelen geçen yok.

“Sana diyorum sanaa. Kaç gündür geçiyorum hepsinde de burdasın. O kadar iyi de vermiyolar ki burda.”

Biraz ötemde yere oturan bebekli kadından geliyor ses. Şaşırıyorum. Az önceki incecik sesle bu ses nasıl olur da aynı kaynaktan gelir?

“Hay Allahım ya! Oğlum sağır mısın? Aşık mısın yoksa?”

Kadın kendi esprisine gülerken istemsiz bir “evet” çıkıyor ağzımdan. “Evet”im onu susturuyor. Kendimi ele vermiş gibi hissedince toparlamaya çalışıyorum: “Pek para gelmiyor burdan evet.” Ama yemiyor. Cingöz biri.

“Kime aşıksın len,” diyor. “Şurdaki garson kıza mı yoksa?”

“Yok abla. Değilim aşık falan.” Yükseliyorum biraz. “Hem işine baksana sen!”

“Tamam tamam celallenme hemen. Ama sana diyim. O iş yaş”

“Yaş mı? Neden yaş olsun?”

“Oğlum napacaksın sevip de? Yemeğe mi çıkarabileceksin? Hediye mi alabileceksin? Aha şurdan bir güllaç bile alamazsın kıza. Utancından değil elini tutmak, yüzüne bile bakamazsın.”

Gözlerim doluyor. Tutamıyorum kendimi, ağlamaya başlıyorum. Ne sulugöz biri oldum ben. Aşık olduğumdan beri her gece aynı böyle ağlıyorum işte.

“Bilmiyor muyum bunu ben. Ama değişcek her şey. Bırakcam zaten dilenciliği falan” diyorum giderek kısılan sesimle.

Çocuklu ablaya doğru bakıyorum. Bulanıklaşan gözlerimin ardından bana doğru gelen silüetini görüyorum. Yanıma kadar gelip etrafı kolaçan ediyor. Sonra bitişiğime çömüyor.

“Tamam len tamam. Ağlama. Ben ne bilirim ki zaten. Belki bırakırsın dilenciliği. İş bulursun kendine. Aç açıkta komazsın kızı. Hem o da seni sever belki. Allahtan ümit kesilmez oğlum, ağlama hadi.”

Elimin tersiyle gözümü siliyorum. “Valla de abla.” Bir yandan hafif hafif bebeğini sallarken bana dönüyor. “Heh şöyle, aferin. Valla bak. Olur, neden olmasın?”

İş saatleri yaklaşmış olacak, etraf kalabalıklaşmaya başlıyor. Çocuklu kadın toparlanıp kendi yerine geçiyor. Hatta biraz daha uzağa yerleşiyor ki birbirimizin siftahından kesmeyelim.

Genelde bana pek para vermezler. Üstüm başım kir pas içinde olsa da genç ve güçlü olduğum belli oluyor dışarıdan. İnsanlar beni görünce yüzleri daha bir küstahlaşır sanki. “Allah versin” derken sesleri daha bir kendinden emin çıkar. Çocukken, güçsüz ve tatlı bir varlıkken, daha çok kazanırdım. Şimdi kazandığım da ucu ucuna yetiyor. Hatta bu sokakta normalden de az verdiklerinden, yemek alabilmek için dönüşte hamallık yapmam gereken zamanlar da oluyor.

Ama bugün bir farklılık var. Ben her zamanki gibi başım eğik, gözlerim yarı açık: “Açım, Allah rızası için bir sadaka verin,” diyorum. Ama insanlar her zamanki gibi duymazdan gelmiyor ya da ters ters bir şeyler mırıldanıp hızlanarak yanımdan geçmiyorlar. Bazıları sempati dolu bakışlarla yüzüme bakıp geçerken kimisi elini cebine atıp üç beş bir şeyler koyuyorlar bardağıma. Şaşkınlıkla olanları izlerken çocuklu kadınla göz göze geliyorum. Girdiği rolü birkaç saniyeliğine bozarak, işaret parmağıyla gözünden başlayıp çenesine kadar inen dalgalı bir çizgi çekiyor yüzüne. Sonra ufaktan sırıtıp tekrar rolüne dönüyor. Tabii ya! Ağladım. Ağlamak bu işteki en büyük sempati kartlarından biridir. Eğer rahatsız edici olmayacak bir şekilde yaparsanız çok iyi karşılıklar alabilirsiniz.

Şaşkınlığım yerini sevince bırakıyor. Şimdiden bir sürü para birikmiş bardağıma bakıyorum. Akşam ne yiyeceğimi düşünüyorum. Çorbadan fazlasını yiyebileceğim bir gün olacak gibi. Belki kaldığım yerdeki çocuklardan birkaçına çikolata gofret bile alabilirim. Eğer böyle para gelmeye devam ederse birkaç gün bile yetebilir param. Gözlerimi bardaktan kaldırıp tekrar role girmeye hazırlanıyorum.

Tam o anda onu görüyorum. Bakışlarını elindeki telefondan ayırmadan pastaneye giriyor. Genellikle oturduğu, cam kenarındaki masa dolu olduğu için onun bir gerisindeki masaya geçiyor. Oturduğum yerden onu göremiyorum. Bir şeyler yapmam lazım. Onu görmeliyim. Teneke bardağımı elime alıp biraz etrafta geziniyorum. Pastanenin yanına kadar gitmeme rağmen onu net bir şekilde göremiyorum.

O an aklıma bir fikir geliyor. Bir elimdeki teneke bardağa bir yolun karşısındaki çocuklu kadına bakıyorum. “Ona güllaç bile alamam ha?” diyorum gülerek. “Alacağım işte. Hatta kendime de güllaç alacağım. Karşılıklı yiyeceğiz güllaçlarımızı.”

Heyecanlanıyorum. Çok geçmeden içeriye girmem lazım. Hızlıca neler yapacağımı planlıyorum. Çıkacağım karşısına, “İyi günler,” diyeceğim, “size bir güllaç ısmarlayabilir miyim?” Acaba “Çünkü siz güller kadar güzelsiniz” mi desem? Yok olum bee, çok abartı olur öylesi. Onlar sonra, ileride söylenecek şeyler. Kalbim hıphızlı atmaya başlıyor, midem tepetaklak oluyor. Kusmadan içeriye girmem lazım. Aklımdan geçen tüm kötü olasılıkları bir kenara bırakıp fırlıyorum içeriye.

Kapıyı açtığımda yeni pişmiş kurabiye kokusu karşılıyor beni. Bana dönen yüzlerde şaşkınlık var. Bakmıyorum onlara. Koşar adım onun yanına gidiyorum. Masasının önünde durduğumda ciğerlerim patlayacak gibi. Oysa iki adımlık mesafeden geldim. Olsun, sebebi yol değil zaten, biliyorum. Gözlerine bakıyorum. Gözlerine bakana kadar her şey iyi gidiyor aslında. Ama gözlerinde görmeyi beklediğim şaşkınlığı, merhameti hatta korkuyu göremiyorum. Gözlerinde tiksinme görüyorum. Aldığım nefesten bile iğreniyorum o an. Gözlerimi gözlerinden kaçırmak için önündeki tabağa indiriyorum. Yarısı yenmiş bir güllaç duruyor tabakta. Üstünde üç nar tanesi var. Yutkunamıyorum. Arkadan, dükkan sahibinin beni atmak için gelirken çıkan ayak seslerini duyuyorum. Bir şeyler söylemeliyim. Gitmeden önce sesimi duyurmalıyım ona. Ne olursa. Bir kelime…

“Açım. Allah rızası için bir sadaka…”