Asayiş Berkemal

Yakup Karahan

Rivayet olunur ki Çarşı Camiini yaptıran paşa -Allah ona ve ehline rahmet eylesin- “Bu camiin cemaati hiçbir vakit iki saftan noksan olmasın.” diye duada bulunmuş. Paşa hazretlerinin kim bilir hangi hissiyat ve hikmetle dile getirdiği dua kabul edilmiş olmalı ki, büyük zelzelede bile -enkazın üzerinde ve meczuplardan mürekkep- namaza duran iki saflık bir cemaat daima hazır bulunmuş. O vefalı ve belki de tayin edilmiş cemaate imamlık eden Fukara Osman da ahirete irtihalinin ardından -taltif kabilinden- türbenin yanına, paşanın aile efradının yer aldığı mezarlığa defnedilmiş.

Camiinin namını gölgede kalmaktan kurtaran cemaatin mezcuplardan oluşması boşuna değildir. Nasıl Hızır nebi Beyazıt Camiine haftada bir kez teşrif ediyorsa, Ulu Camiin her safında muhakkak bir veli kul hazır bulunuyorsa, Çarşı Camiini dolduran cemaatin de en az yarısı gizli ya da aşikar mezcuplardan oluşur.

Her çarşı esnafının bilmesi ve anlatması elzem olan bu malumatı verdikten sonra esas konuya gelelim. Yeniyetmeler bu âdete pek yanaşmasa da çarşıda hayat, bu cami-i kebirde kılınan sabah namazının ardından başlar. Cepte hazır bulunan iki teklikten biri, camii kapısında susta bekleyen sadaka kabul memurlarına pamuk ellerce teslim edilir. Akabinde çarşının zihin açan ilk gürültüleri duyulmaya başlanır: Çorbacı dükkanlarından yükselen çatal, kaşık ve çekilen sandalyelerden çıkan sürtünme sesleri. Bunun yanında baharat ve pişmiş zerzevat rayihalarıyla açılan ciğerler de yeni günün temposuna hazır hale gelir.

Gelgelelim tantanasından dem vurduğumuz bu ekmek tutma kavgahanesi, dışarıdan pek fark edilmeyen törpüsüyle günleri birbirine denkleştirmektedir. Kimi zaman sivrilir gibi olan bazı rutin dışı hadiseler de zamanın bu yeknesak akışı içinde sıra dışılığını kaybeder ve olağan hadiselerle beraber anılır olur.

Şüphe yok ki bu olağandışı durumlardan biri de Yaşar’ın birkaç gündür kimseden sadaka kabul etmemesiydi. Her vakit çıkışı caminin kapısında yerini alıyor, “boş geçmen abi, boş geçmen amca” diye dil döküyor, gelin görün ki ne elini açıyor ne de cebine sokuşturulmak istenen bozuklukları kabul ediyordu. Gariptir, Çorbacı Arif’i de boş bırakmamasına rağmen, önüne koyulan çıkma çorbadan tek kaşık almıyordu. Bir, iki, üç derken sordum:

-Hayırdır Yaşar, ne iş?

Ağzında bir şeyler geveledi, zaten konuşması yoktu garibin. Fakat bu sefer içinde tutmak istediği bir meseleyi geçiştirir gibiydi. Gözünün içine baktım, bakışlarını kararsız bir gülüşle perdelemeye çalışıyordu sanki.

Kendi haline bırakmak en doğrusu olacaktı. Namaz çıkışında geri çevirdiği bir lirayı çorba kasesinin yanına bırakıp ayaklandım.

-Öğleye doğru uğra dükkana, birkaç şey var dökülecek.

Kafasını sallayıp parayı parmağıyla ileri sürdü.

Çıkarken Ocakçı Mustafa tezgâhın arkasından laf attı:

-Noldu Usta,Yaşar’a mı kaldı işler, bizim damat gelmedi mi daha?

-Damat bey balayında daha, haftaya gelecek bakalım.

Lokantanın köşesini dönerken cebimden anahtarlarla beraber kalan bir lirayı da çıkardım. Tam köşeyi dönünce kalakaldım. Dükkanın kepengi yarı kaldırılmış, kapı aralı, ışıklar da açık vaziyetteydi. Hızlandım. Karşı kaldırıma geçerken baktım ki bizim Necip, balayı iznine çıkan eleman, önlüğünü giymiş, hamurun başında. Hayırdır inşallah deyip, usul gereği bozuntuya vermeden yarı kepengi kaldırdım, kapıyı ittim. “İbrahim Servet & Mahdumları. Tarihi Güllacevi” tabelasını tazim, hürmet ve minnetle selamladıktan sonra besmele ve sağ ayakla içeri girdim. Cebimdeki tekliği “bereket niyetine” diye fısıldayarak bir fiskeyle içeri doğru fırlattım.

-Hoş geldin usta. Ağzı kulaklarında olduğuna göre endişe edilecek bir şey yoktu.

-Sen de hoş geldin. Bu ne oğlum rüyanda mı gördün?

-Normal saatimde geldim usta, beşte.

-E haftaya bekliyorduk seni?

-İş bizim ruhumuza işlemiş usta. Evde duvarlar üstüme üstüme gelmeye başladı.

-İyi hadi, maraza bir durum olmasın da?

-Yok be usta, rahat ol.

Bu Necip’in de şehrin meczuplarından aşağı kalır tarafı yoktu. Hatta aile boyu bi tuhaf olduklarına, geçen hafta düğününde bizzat şahit oldum. “Hele minnoş remix”i eşliğinde kıvrak hareketlerle çıldıran eniştesi ve doğaçlama figürlerle oynayan babasının dansı yetmiyormuş gibi bana da salça oldu: “Usta en mutlu günüm, gel iki oyna ya.” Epey ısrar edince, orgun başında ciddiyetle dikilen adama çiftetelli komutu verdim. Ritmin gerektirdiği vakardan ödün vermeksizin ağır hareketlerle ısınıyordum ki, baktım babayla enişte amudi yükselip oynamaya kalktılar.

Allah’tan bizim Necip o kadar değil.

Tavaları ısıtırken,

-Usta, dedi, sabah Nuri amca yakama yapıştı yine.

-Verdik ya oğlum tarifi, daha ne istiyor?

-Yenge hanım tutturamıyormuş kararını.

-E napalım, biz mi gidip evine güllaç yapalım?

-Ben bilmem usta, tam tarif vermediniz diyor.

-Hasbinallaaah. Ölü tek değil ağlayasın, deli tek değil bağlayasın.

Sinirlenmem Necip’in hoşuna gidiyor.

-Usta be, bu deliler seni niye bu kadar seviyor?

Şifahen istediği cevabı, kızgın tavayı kafasına fırlatıp verecektim ki çığlığa benzer bir sesle,

-Aha usta Yaşar geldi, dedi. Bu deliler boş bırakmıyor seni.

Dönüp önce karşıdan hızlı hızlı gelen Yaşar’a, sonra sitem ve öfkeyle Necip’e baktım.

Yaşar geldi, ancak yaptıklarının hesabını vermeyecek birinin rahat tavrıyla tabureye oturdu.

-Öğleye doğru gel, dedim sana.

Elindeki bir lirayı bana doğru uzattı.

-Oğlum niye almıyorsun parayı?

Öylece durup yüzüme bakıyordu. Çopur bir yüz, ıslak gibi görünen seyrek saçlar, saygıyı zorunlu kılan bir trajedinin okunduğu gözler. Sonunda kalkıp kasanın yanındaki sadaka kutusuna attı parayı. Geldiği gibi sessiz sedasız çıktı dükkândan. Arkasından bakarken kapı boşluğunda Nuri amca belirdi. Suratım artık ne kadar çatılmışsa selamı yarıda bırakıp gerisin geri yoluna devam etti.

-Usta. Bu Yaşar senin çocukluk arkadaşın değil mi? Anlatsana biraz.

-Oğlum sen niye geldin? İki hafta değil miydi senin iznin?

-Usta agresiflik sana hiç yakışmıyor, dedi yılışarak.

Necip’e değil ama size anlatacağım.

Yaşarlarla kapı komşusuyduk küçükken. Babası efelerdendi, daha doğrusu çirozluğuna bakmadan kabadayılık taslardı. Adını yüz defa arka arkaya sorsanız, bir kez olsun sıkılıp kısaca “Kesik Vahap” deme tevazuunu göstermezdi: “Kaçarı şanlı, kovarı namlı, anasından Hazreti Ali nişanlı. Salozlara şap şap, paçozlara hap hap, Çifttepeli Kesik Vahap.”

Bu Vahap dayı, kundaktayken humma geçiren Yaşar’ı hiç kabullenmedi. Beş kızı ve Yaşar, ilk okulun merdivenlerini silen ve öksürüğünü döndüremediği bir gün erken yaşta ölen annelerinin vesayetinde büyüdüler. O gün bugündür Yaşar, Kesik Vahap’ın ya da rahmetli anacığının değil çarşının evladıdır. Esnafın ufak işlerini hallederek yolunu bulan diğer meczupların aksine, onun kendine biçtiği vazife çarşıyı teftiş etmektir. Mıntıkası çarşının civar mahallerine kadar genişler. Nerede yüzüstü bırakılmış bir iş görse gider hempalarına tebelleş olur. Çarşıdaki getir götür işlerinin ve ahilerle sistematize edilmiş esnaflık töresinin nizamını sağlamaya çalışır. Gördüğü kusurları öyle sıcağı sıcağına dile getirmez, sinirlendiğini ancak bi dükkanın camını indirdiğinde anlayabilirsiniz.

Son günlerdeki boşvermişliği de muhakkak tespit ettiği büyük bir boşluktan ileri geliyor olmalıydı. Ama Yaşar bu, patlayacağı güne kadar içinde neler biriktirdiğini kim bilebilir?

Zihnimde bunları alıp verirken birkaç hatıraya sıçradım, Yaşar’ı Taksici Kerim’in elinden aldığımız gün geldi aklıma. Kerim sıraya kaynayıp duruyormuş durakta. Bir, iki, üç derken Yaşar tutmuş bunun lastiklerini doğramış. Kendi kendime gülerken Necip’in sesiyle irkildim.

-Usta yufkalar hazır sayılır.

-Diz tezgaha geliyorum ben. Sütçüyü de ara söyle bugün gelmesin. Zaten iş yok.

Önlüğü belime geçirip tezgahın başına geçtim.

Türk-İslam aleminin damak zevkini iki kutba ayıran şu güllacın en önemli püf noktası, şu satırları yazan eller tarafından yapılmasıdır. Eğer biraz daha insaflı olmak icab ederse, benden ya da aynı mesleği yaptığım atalarımdan el almış ustaların tercih edilmesini salık veririm.

Necip’in oyalandığı bir anı fırsat bilip şerbetin içine tuzlanmış feyzi firdevs gülü atıyorum. Necip kendisini gözlediğimi anlayıp merakla yaklaşıyor:

-Usta yine buldun boşluğumu attın ne attıysan şerbete.

-Oğlum sen hele rüştünü ispat et, kırk bohçaya sarıp kadife sandıkta teslim edeceğim sana bu sırrı.

-Ölme eşeğim ölme.

-Dolabı toparla, yekten hepsini çıkaracağım.

Necip dolaptaki borcamları toplayıp aynı rafa yerleştirirken Abdullah Zengin’le hanımı geldi. Baba dostu olduğu için servisi Necip’e bırakmadım. Krom tabaklarda, sütü bol birer dilim güllaç koydum önlerine. Abdullah Zengin tatlısını kaşıklarken yeni açtığı dükkanı anlatmaya başladı. Aslında piyasa allak bullakmış. Tek derdi bu topraklarda kazandığı paranın borcunu yine bu topraklarda istihdam sağlayarak ödemekmiş. Makul. Açılışta pilav ayran dağıtmak istemiş. Fakat Aşçı Ali’nin yaptığı tersoya kafası atmış, o da dükkan komşularına yemek ısmarlamakla yetinmiş. Ha bu arada, Yaşar’ın şu mülteci Arapların evinin önünde oturup hüngür hüngür ağladığını duymuş. Yaşar’ın son zamanlardaki haline de akıl sır erdiremiyormuş.

O gün birkaç kişi daha bu ağlama hadisesinden söz etti. Niyetim akşam dükkan sakinleşince Yaşar’ı karşıma alıp meselenin aslını astarını dinlemekti. Allah’ın işi, o gün de beklediğimin aksine dükkan çok sıkışıktı. Öyle ki kendimi eve atar atmaz uykuya nasıl geçtiğimi bilmiyorum.

Ertesi gün namaz-çorba faslından sonra dükkana geçince baktım ki kepenk kapalı, kapı ve ışıklar açık. Önceki gün yorgunluktan kapıyı kilitlemeden mi indirdim kepengi diye düşünürken, aklıma dükkanı Necip’in açacağı geldi. La havle geçip içeri girdim. Necip’in önlüğü kasanın üstüne atılmış, tezgahtaki hamur da kurumaya başlamıştı. Arkamı dönmemle Necip’le yüz yüze geldim.

-Nedir oğlum bu hal?

Karakoldan geliyormuş. Sabah dükkanı açmış, hamuru hazırlarken türbenin oradan gürültü geldiğini duymuş. Bakmış ki polisler Yaşar’ı kolundan tutmuş sürüklüyor. Nedir mevzu diye bakacak olmuş, bunu da almışlar Yaşar’ın yanında. Kepengi kapatmasına anca müsaade edilmiş.

-Usta bu Yaşar tutmuş Arapların ölen kızını yerinden çıkarıp Fukara Osman’ın mezarına gömmeye kalkmış.

-Derdi neymiş?

Karakolda konuşulurken kavramış meselenin künhünü. Meğer kapısında yas tuttuğu evin küçük kızı açlıktan vefat etmiş. Bu da belediyenin defnettiği yeri beğenmeyip Pirinin mezarına nakletmek istemiş naaşı. Polisler, mezarlık bekçisinin ihbarıyla Fukara Osman’ın taze karılmış toprağı arasında bi irtibat olabileceğinden şüphelenince ortaya çıkmış mevzu.

-Polisler anlattı usta, dili açılmış herifin, kızı gömdükten sonra dua yerine “dünya bitsin, dünya ölsün” diye beddua ederken bulmuşlar bunu. Yanında da gaz tenekesi varmış, çarşıyı yakacakmış. Ucuz yırttık anlayacağın usta, seninki kızartacaktı hepimizi.