Bizi Oburlaştıran Ruhumuzun Açlığıdır

Büşra Baysal

BİZİ OBURLAŞTIRAN RUHUMUZUN AÇLIĞIDIR.

"Güzel bir giriş cümlesi bulabilsem her şey mükemmel olacak aslında."

"Ne yani, tek eksik giriş cümlesi mi?"

"Immm şey. Kem küm."

"Kem küm etmeden konuşamadığın gibi kem küm etmeden yazamıyorsun da."

"Offff. Biz de annemizin karnından yazar olarak doğmadık ya!"

"Roman yazmayacaksın altı üstü tirat yazacaksın."

"Tamam abi ya."

Şeref elindeki kalemi, dağınık saçlarına sürterek birkaç dakika düşündü. Sonra aniden yerinden zıpladı ve buldum diye bağırdı.

"Neyi buldun Şeref?"

"Neyi olacak abi, giriş cümlesini buldum. Bak şimdi, dinle."

Şeref, elini havaya kaldırdı, boğazını temizledi: "Bizi oburlaştıran ruhumuzun açlığıdır."

"Bu kadar mı giriş cümlen? Bu hızla gidersen bir yıla bir tiradı anca yazarsın."

"Dur abi ya, hevesimi kursağımda bırakma. Hem acelemiz mi var, aklıma geldikçe yazıyorum."

Onur, Şeref'i kendi hâline bırakmak için ve biraz da sıkıldığından evden çıktı. Kendini soğuktan dolayı tenha olan sokaklara attı. Rüzgârın keskin ıslığı, kulağının dibinden geçti. Onur, montunun şapkasını kapattı, ellerini cebine koydu ve titreye titreye yürüdü. Bu soğukta evden ne diye çıkmıştı, nereye gidecekti bilmiyordu. Bilmesine ne gerek vardı biraz hava alır sonra eve geri dönerdi. Belki bu sırada Şeref ikinci cümleyi yazabilirdi. Gerçi, günlerdir sadece bir cümle yazabildiği göz önünde bulundurulursa bu kadar kısa bir sürede ikinci cümleyi yazması zordu. Anlaşılan ilham perileri, Şeref'i es geçiyordu. Yazmak bu kadar zor olmamalı diye düşündü, yazmakla zerre ilgisi olmayan Onur. Hâlbuki ha deyince yazılmıyordu. Ha deyince yazılsa bile yazılan her zaman yazarın zihninde sancılanan düşünceleri tam olarak yansıtmıyordu. Bazen ise kelimeleri inlerinden cımbızla dahi çıkartmak zordu. Kelimeyi, binbir gayretle cımbızın arasına sıkıştırıyordun. Tam bu sırada o hınzır kelime, sana dil çıkartarak kendini cımbızın arasından kurtarıyordu. Ardından katıla katıla öyle bir kahkaha atıyordu ki böyle keyif paşada yok diyordu insan. Onur tüm bunları ne bilsindi. Şu an onun tek derdi ısınmaktı. Tam yeter sana bu kadar hava deyip eve geri döneceği sırada sobalı bir kafe gördü. Sobanın sıcağında önce üşümesinin erimesini sonra da sıcaktan mayışmayı arzuladı. Hemen kafeye girdi ve sobanın dibindeki masaya oturdu. Ellerini birbirine sürttü ve sobanın üstüne tuttu. Biraz sonra garson geldi, ne istediğini sordu. Onur önce bir çay alayım ben dedi. Sonra soğuğun onu acıktırdığını fark etti. Bu yüzden garsona, "Kardeşim çay kalsın sen bana şöyle ekmek arası köfte falan getir." dedi.

Garson, yemeğini getirene kadar Onur epey ısınmıştı. Yemeğin üzerine de birkaç bardak çay içti. Mayışmıştı, gözleri kapanıyordu ki dışarıdan gelen gürültülerle kendine geldi. Ne olduğunu anlamak için dışarıya baktı. İki tane adam üstü başı yırtık ve kirli olan küçük bir çocuğu tartaklıyordu. İlkin oralı olmadı ama adamlar çocuğa yaka paça girişince çocuğun hâline içi cız etti. Hışımla yerinden kalktı ve adamların elinden çocuğu aldı.

"Ne istiyorsunuz şuncacık çocuktan, gücünüz ona mı yetiyor?"

"Bilip bilmeden konuşma hemşehrim, bu velet sabahtan beri peşimizden ayrılmıyor. Tutturmuş ne olur bana para verin güllaç alacağım diye. Vermiyoruz para mara diyoruz, vazgeçmiyor. Sülük gibi yapıştı bize. Zıkkım ye he mi!"

"Acımanız yok mu sizin lan, yazık değil mi çocuğa?"

"Böylelerine yazık değil, biz de parayı sokaktan toplamıyoruz ya!"

"Hadi yolunuza gidin, size laf maf anlatılmaz."

Onur, çocuğu kolundan tuttu az evvel oturduğu kafeye götürdü. Çocuk, salya sümük ağlıyordu. Onur'un aklına, çocukluğu geldi. Güllacı o da çok severdi o zamanlar. Bir keresinde annesinden güllaç istemiş, annesi yapmadı diye de tüm gün ağlamıştı. Zalim babası da Onur ağlıyor diye ona okkalı bir tokat atmıştı. O günden beri güllaç yemiyordu. Onur, gözünde canlanan acı maziden sıyrıldı ve küçük çocuğa aç mısın diye sordu. Açtı ya, bu hâlde olan biri ne kadar tok olabilirdi. Varlık içinde yaşayıp gözü doymayan da vardı bu hayatta yokluk içinde yaşayıp bir lokma ekmek bulamayan da.

Onur'un aç mısın sorusuna çocuk usulca başını salladı.

"Ne yemek istersin bakalım?"

"Güllaç."

"Güllaç için bunca dayak yediğine göre güllacı çok seviyorsun galiba."

"Dünyalay kaday çok seviyoyum."

Onur, bu cevap üzerine hafif tebessüm etti.

"Önce yemek sonra güllaç. Olur mu?"

"Oluyyy."

"Ne yemek istersin?"

"Hambuygey."

Onur, hamburger ve meyve suyu siparişi verirken garsona burada güllaç var mı diye sordu. Garson, yok dedi. Bu cevap üzerine çocuğun yüzü düştü. Onur, eliyle çocuğun saçlarını dağıttı.

"Üzülme. Yemeğini ye güllaç satan bir yer buluruz."

Çocuk, yemeğini yedikten sonra Onur hesabı ödedi. Kasanın üzerinde bulunan sadaka kutusu gözüne çarptı. Kutunun üzerinde "Sadaka belaları defeder." yazıyordu. Onur, hayatında ilk defa o kutuya para bıraktı. Çocukla birlikte kafeden çıktılar, birkaç kafe gezip güllaç sordular. Sonunda güllaç satan bir kafe buldular. Çocuğun mutluluğu deniz olmuş gözlerinden taşıyordu. Güllaç gelene kadar sabırsızlıkla bekledi. Onur da bunca yıl sonra tekrar güllaç yemeye karar vermişti. Çocuk afiyetle güllacını yedi ama Onur o kadar afiyetle yiyemedi. Yine, gözünde babasının tokadı canlandı. Ama çocuğun yüzünde açan gülleri görünce o anıyı çabucak unuttu. Onur, tokluk hissetti. Bu alelade bir tokluk değildi. Daha derinlerde bir tokluk hissediyordu. İçinde bir yerler hafif hafif onarılmaya başlıyordu. O an aklına, Şeref'in binbir zorlukla yazdığı tiradın ilk cümlesi geldi: "Bizi oburlaştıran ruhumuzun açlığıdır."

Onur içinden bundan sonra hep sadakamı vereceğim ve bu çocuğu hiç yalnız bırakmayacağım dedi.

"Ailen var mı senin?"

"Vay abi, annemle iki kaydeşim vay."

"Ya baban?"

"O öldü abi."

Onur'un kalbi bu çocuğa çok ısınmıştı. Çocukla birlikte onun evine gitti. Buraya ev demeye bin şahit lazımdı. Resmen harabeydi. Bir gecekondu, duvarları döküldü dökülecek, camları kırık… Onur, çocuğa sen burada bekle deyip yakınlardaki bir marketten alışveriş yaptı ve çocuğa "Al, abicim bunları götür kardeşlerinle yiyin." dedi.

Sonra hüzünle karışık bir huzurla eve döndü. Şeref, onu sevinçle karşıladı.

"Abi, bitirdim tiradı. Okuyayım mı?"

"Vayyy, hızlı davranmışsın oğlum. Oku bakayım."

Şeref, üstüne başına çeki düzen verdi. Sesini kontrol etti, odanın ortasına geçti ve tiradı okumaya başladı:

"Bizi oburlaştıran ruhumuzun açlığıdır. İnsanlar vahşice bir iştahla her şeyi tüketir. Yemekleri, eşyaları, mekânları, duyguları… İnsan tüketir insanı. Ama kimsenin gözü de karnı da doymaz. Gözlerini hep daha fazlasının hırsı bürür. Hep bir açlık hissi duyar ve bu his bitmek tükenmek bilmez. Tüm dünyayı yiyecek kudreti bulurlar kendilerinde. Açlık: doyurulamayan bir açlık. Çünkü çoğunluk asıl doyurulması gereken şeyi açlıktan öldürür. Yani ruhlarını. İnsanlar, ruhları aç oldukça eşyaya, dünyaya karşı oburlaşır.

Böylece gözleri doymaz ve ruhları mütemadiyen aç kalır.