Yeni Bir Dil Mümkün Mü

Beyza Öztürk

Belgrad Ormanı’nda gökyüzünü kaplayan sapsız meşelerin yanından birer birer geçerek yürüyoruz. Batmaya başlayan güneş, ağaçların arasından bir görünüp bir kaybolarak bize şirin ışık oyunları oynuyor. Fonda çok hafif duyulan dinlendirici su sesi de pastaya eklenen çilek. Ama benim iki sıkıntım var. Birincisi -ki yaşamayan bilmez- eşimle aramızdaki ciddi boy farkından dolayı el ele tutuşmaktan kolum feci ağrıdı. Yok, bırakmayı da hiç istemiyorum. Kolumu tamamen serbest bırakınca aşağı sarktığı için bileğim, hiç bükmemeye çalışırsam da omzum ağrıyor. Karşıdan birisi gelse niye cebelleştiğimi anlayamaz. Muhtemelen ayrılırken bir tur da arkasını dönüp bakar. Tarık’ın dünyadan haberi yok. Sese kulak vermiş. Öten kuşun türünü tahmin etmeye çalışıyor gibi bir hâli var. Onu izlediğimi fark edince, bir şey mi var bakışı atıyor. Gözleri ne kadar berrak. Yok bir şey diyorum. Tabii var bir şey. Belki buna sıkıntı da diyemeyiz. Rüya mı gördük gerçekten yaşadık mı tam kestiremediğimiz günler olur ya işte öyle bir süreç geçirdim. Şöyle oldu:

Fakültedeki odamda sütlü kahvemi, kitabımı almış öğle arasının keyfini çıkarmaya hazırlanırken içeriye birbirleriyle konuşan iki hocam girdi. Beni çağırmayıp, odama geldiklerine göre onları yerlerinde oturtmayan bir şey var diye düşündüm. İkisi de Türkçenin köklerine inmeye çalışan, diğer dillerde izini süren çok değerli akademisyenler. Birlikte hayatımızdaki diğer her şeyi ikinci plana atıp onun bin yıllardır süren çağrısına kulak kesildik. Odalarımızın birbirine açıldığı koridorda çoğunlukla hayranlık duyduğum bir sessizlik hüküm sürer. İçten içe gürültü patırtı yaparsak dil bize fısıldamayı bırakır diye korkuyoruz sanki. Bir süre meraklı gözlerle aralarındaki konuşmanın sonlanmasını bekledim. Sonra geniş omuzlarıyla bana dönüp selam verdiler. Yüzlerinde fazla çalıştıklarını ele veren bir yaşlılık oturuyordu.

Benimle konuşmak istedikleri mesele aslında uzun süredir akıllarını kurcalıyormuş. Peşine düştükleri bir sorudan bahsettiler. “Yeni bir dil mümkün mü?” sorusu. Ademle Havva’nın konuştuğu dilden hiçbir iz taşımayan, dünyayı avucunun içine alacak yeni bir dil. Anlaşabilmek için insan olmanın yeterli olduğu bir dil hayal ediyorlar. Artık kelimeler zihnimizde tek görüntüyü çağrıştırmasın istiyorlar. İşe her şeyi alaşağı ederek başladık. O sırada gözümün önünde tuzla buz olup daha sonra yeniden dirilen insanlar gibi harfler canlandı.

İlk olarak güllacı yıkmaya kalkıştık. Neden? Çünkü sadece bir tatlı. Hem de ekseriyetle ramazanda yeniliyor, alanımız dar. Bizim için zor bir rakip. Güllacı bağlamından koparmaya ve ne kadar kotarabildiğimizi görebilmek için aklımıza gelenleri anlatmaya başladık. Sütü emen güllaç Fuat Hoca'ya, çektiği sıkıntıları vantuz gibi emen ve fevri davranmayıp, çevresindeki herkesi güzelce idare eden bilge bir kadını çağrıştırdı. Bu kadının hikâyesini daha önce Dedem Korkut’un anlattığından bahsetti. Hikâyeye göre Han Bayındır çocukları olmayan Dirse Han ve karısını kara otağa oturtup, kara koyun yahnisinden önlerine getirip kınar. Bu durum çok ağırına giden Dirse Han öfkeyle çadıra gelir ve karısına şöyle der:

Han kızı yerimden kalkayım mı?

Yakan ile boğazından tutayım mı?

Kaba ökçemin altına atayım mı?

Kara, çelik öz kılıcımı elime alayım mı?

Karısı cevap verir:

Hey Dirse Han! Bana gazap etme

Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestir

Aç görürsen doyur

Çıplak görürsen donat

Çetin Hoca’ya ise -muhtemelen güllaçtan ıslak peçete diye bahseden tarafta olduğu içindir- kendisine "Doldun mu?" diye soruldukça "Hayır daha fazlası var mı?" diye cevap veren cehennemi çağrıştırdı. Bana? Benim gözümün önüne sadece güllaç geldi. Ne kadar onu kovup farklı şeyler düşünmeye çalıştıysam da bir türlü gitmedi, ne yapayım.

Beni beklemekten yoruldukları için pes edip ikinci kelimeye geçtik. Sadaka. Fuat Hoca'nın aklına, sözlerine sadık kalmak için kenetlenip boşanmamaya çabalayan bir çifti getirmiş. Çetin Hoca'ya da Stockholm Sendromu’nu çağrıştırmış. Fazla bir empati veya sempati, ya da her ikisi de. Tahmin edildiği üzere ben yine sadaka kelimesinden bir türlü kopamadım. Baktık biz orta yolu bulamıyoruz. Herkes kafa göz daldığı kelimeyi tekrar aklayıp paklayıp kurmaya çalışınca kafamız iyice karıştı. Farklı bir yöntem denemeye karar verdik. Sıradaki kelime “açlık”tı. Onu bağlamından koparmadan, önce gerçek hayattaki karşılığına bakalım dedik. Hafta sonu iki gün aç kalacak Pazartesi günü de toplanıp her zamanki gibi bize çağrıştırdıklarını anlatacaktık. Hafta sonundan dönüşte odalarımızın birbirine açıldığı koridorda, çökmüş avurtlarımızla, çığlıkları duyulan midelerimizle karşılaşınca yeni bir toplantıya gerek kalmadığını fark ettik. Biz zaten anlaştık.

- Duyuyor musun ne kadar ince sesli? Bak bak! Bize biraz yaklaştı, küçücük bir alaca sinekkapan. Sadece Nisan Mayıs gibi gözüküyor buralarda, şanslıyız.

-....

- Napıyorsun ama canım Allah Aşkına, nerelere daldın gittin yine? Kaçırıyorsun etrafın güzelliğini.

Beyza Öztürk

ek zorluk: hikâye ramazan ayında geçmeyecek.

kelimeler: açlık, sadaka, güllaç