Bu dükkânda doğdum ben. Sıvaları dökülmüş, duvarları küf kokan, şimdi bir harâbeyi andıran bu dükkânda. Annem babamla evlendiğinde henüz çok gençmiş. Annemin babası, o küçük yaştayken öldüğü için, annem dedemi baba bilmiş. Çok sevmiş onu. Saygıda kusur etmemiş.
Düğünün ertesi günü dükkâna inip yardıma başlamış annem. Dedem o zamanlar sadece yufka yapıp satarmış. Bizim mahallenin hatta bu semtin en meşhur yufkacısı olmuş kısa zamanda. Annem ailemize katıldıktan sonra işler büyümüş. “Niye sadece yufka yapıyoruz ki?” diye sormuş dedeme. “Nişan ve düğünlere poğaça, asker uğurlamalarına güllaç yapalım” demiş. O zamanlar askere giden gençlerin evlerinde güllaç yapılırmış. Bu gençler vatanî görevlerini sağ salim yapıp memleketine dönsün diye eşe dosta güllaç ikram edilirmiş. Mahallede güllaç yapıp satan kimse yokmuş. Dedem bu fikre olumlu bakmış. Böylelikle Yufkacı İbrahim Efendi, Güllaççı İbrahim olmuş.
Gelelim benim doğumuma. Annemin sancıları tutup hastaneye gideceklerken kalabalık bir nişan töreni için poğaça siparişi gelmiş. Dedemi yalnız bırakıp da hastaneye gitmek annemin içine sinmemiş. Doğum sancıları eşliğinde oflaya poflaya açmış poğaça hamurlarını. Daha vakti var zannetmiş. Poğaçaları fırına sürüp beş dakika dinleneyim diye oturur oturmaz doğum başlamış. Babam koşa koşa yukarı sokakta oturan Cemile ebeye gitmiş. Evin kapısını kırarcasına çalmış. Cemile ebe telaşla noluyor demeye kalmadan kendini yolda bulmuş. Babam dükkâna vardığında artık çok geçmiş. Annemin elinde ben, nur topu gibi bir oğlan, inga inga diye ağlıyormuş. Böylelikle ismim de İbrahim olmuş.
Ben hayata gözlerimi burada açtım. Söylediğim ilk söz bu duvarların içinde çıktı ağzımdan. İlk adımımı bu dükkânda attım. İlk gülüşüm, ilk ağlayışım, ilk küsüşüm. Yürümeye başladığım andan itibaren her akşam dedem elimi tutup mahallenin arka sokaklarına götürdü beni. “Açlık çok zordur evlat” derdi. “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.” Aslına bakarsanız dediklerini anlamazdım. Ama onunla her akşam aynı kapıları çalıp, aynı gülen yüzlerle karşılaşmak çocuk yüreğime tarif edilmez bir huzur verirdi.
Neredeyse bütün günümü annem ve dedemle birlikte dükkânda geçirirdim. Sabahları dükkânın yanında bulunan çeşmeden su taşıyıp gelir, kapı önlerini yıkardım. Dedem küçücük bir pet şişenin kapağını iğneyle delerek elime tutuştururdu. O şişeyle çeşmeye gidip su doldururdum. Bu küçük şişeyle su taşımak hem daha kolay olurdu. Dedem önce elindeki çalı süpürgeyle kaldırımın tozlarını alırdı. Ben çeşmeden gelince süpürülen yerleri itinayla ıslatırdım. Sonra da süpürge ile yarısı ıslanmış kaldırımların üzerinde daireler çizerdim. Ortaya çıkan koku muhteşem olurdu her defasında. Derin bir nefes alıp içime çekerdim.
Sabah erkenden yoğurulan hamurdan yapılan çeşit çeşit çörek kokuları iştahımı kabartır, kahvaltımı peynirli poğaça ile oraletle yapardım. Dedem portakallı oralet kavanozunu raftan indirir, çaydanlıkta kaynayan sudan biraz koyardı bardağıma. Üzerine soğuk su ekleyip içine de dört tane küp şeker atıp karıştırırdım. Hayatım boyunca yaptığım en güzel kahvaltılar, o yıllarda yediğim poğaça ve içtiğim oraletten ibaretti.
Öğlene doğru müşteriler gelmeye başlardı. Ben kapıda tüm şirinliğimi sergileyerek “Hoş geldiniz” diye başlayıp “Allah bereket versin” “Yine bekleriz” gibi cümlelerle uğurlardım gelenleri. Teyzeler ve amcalar saçımı okşar, bazıları avucuma şeker ya da sakız sıkıştırırlardı. Dünyalar benim olurdu.
Her gün saat dördü yirmi geçe caddenin karşısındaki durağa geçer, babamın işçi otobüsünden inmesini beklerdim. Babam otobüsün en ön koltuğunda oturur, otobüs daha durağa gelmeden bana el sallamaya başlardı. Koşarak arka kapıya yanaşır, babamın beni omzuna almasını beklerdim. Babam: “Vay koçum, beni karşılamaya mı geldin yine?” diye sorardı her gün, usanmadan. Ben de kikirdeyerek “Eveeeeeet!” diye bağırırdım kollarımı iki yana açıp. O anda babam bir uçak olup beni gökyüzünde uçurmaya başlardı. Vuuuuu vuuuuu. Durağın etrafında en az iki tur dönüp öyle geçerdik karşıya.
Babam yorgunluğunu hiç belli etmezdi. O otobüsten hiç yüzü asık inmedi. Beni omzuna almadığı hiçbir gün olmadı. Annem babamın geleceği saate yakın çay demler, sabahtan kalma poğaçaları ısıtırdı. Babam karnını doyurup eve çıkardı. Akşam olunca ben yine dedemle el ele tutuşur, dükkânda kalan poğaça ve çörekleri mahalleye dağıtmaya çıkardık. Hatta annem kalan güllaç varsa onu da dilimlere ayırarak plastik kaplara koyar, üzerine ceviz ve nar serperek elime tutuştururdu.
Artık biraz daha büyüdüğüm için dedemi daha iyi anladığımı düşünüyordum. Bana insanlara yardım etmeyi, her ne şartta olursa olsun yalan söylememeyi, büyüklerimize saygılı davranmanın önemini anlatıyordu. Bu sohbetleri o kadar çok seviyordum ki. Bir keresinde elimizdeki poşetlerin hepsini dağıtıp bitirdikten sonra beni bir arkadaşına götürdü. Burası bir fidancı dükkânıydı. İçeri girince dedemin arkadaşının elini öptüm: “Hey maşallah, koca oğlan olmuş bu İbrahim” diye gülümsedi. Dedem arkadaşından bir ağaç fidanı istedi. Arkadaşı da yanında bulunan fidanı göstererek, “Al bunu sabah geldi daha, dut. Bunun meyvesi çok tatlı olur.” Dedi. Çok heyecanlıydım, ilk defa fidan dikecektim.
Fidanı dükkânın yanında, evimize çıkan merdivenin altındaki boşluğa dikecektik. Lazım olan her şeyi yanımıza aldık. Sonra dedem elindeki kazmayla toprağa vurmaya başladı. O an yüzüme dönerek: ”Sadaka-i câriye ne demek evlat, bilir misin?” diye sordu. “Hayır dedeciğim, hiç duymadım” diye cevap verdim. “Sadaka-i câriye insana faydası dokunan her iştir. Cami, çeşme, köprü yaptırmak, fidan dikmek, faydalı bir eser bırakmak. Bunların hepsi, hatta daha fazlası.” “Hımm” dedim. Dedem söylediğine göre iyi bir şey olmalıydı. Şimdi daha çok mutlu olmuştum. Fidanı diktik, can suyunu verdik. Can suyunu da dedem anlattı tabii. Hava çoktan kararmıştı. Eve çıkıp kendimi yatağa attım ve mışıl mışıl uyudum.
Sonunda okula başlama vaktim geldi. Okulun ilk günü siyah önlüğüm ve süpermenli çantamla birlikte evden çıktım. Dedem beni aşağıda bekliyordu. Hem dedemin elini tuttum hem de seke seke yürümeye çalıştım. Okul çok güzel bir yerdi ama ben yine de dedemle yapmış olduğum kahvaltıları özlüyordum. Yıllar o kadar çabuk geçti ki, ilk, orta, lise derken birden üniversiteli oluvermiştim. Dedem eskisi kadar sık dükkâna inemiyordu. Cumadan cumaya namaz için evden çıkınca dinlenmek için annemin yanına uğruyordu. Babam fabrikadan emekli olmuş, anneme yardım ediyor, dedemin yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu.
Dedeciğim bir Cuma namazı çıkışı caminin kapısında kalp krizi geçirerek emanetini teslim etti. O gün hayatımın en zor günüydü benim için. Annem, babam, dedem, arkadaşım her şeyimi kaybetmiştim. Sabaha kadar ağladım. Dedemden sonra annemle babam dükkânı kapatıp bir apartman dairesine taşındı. İkisi de emekli olmayı çoktan hak etmişlerdi zaten. Dedemi bir daha göremeyecek olma fikri uzun süre ağır geldi bana. Hiç geçmeyecek sandım bu acı, hiç yüzüm gülmeyecek. Ama güldü.
Üniversite üçüncü sınıfta bir kızı sevdim. Onun da gönlünün bende olduğunu öğrenince hemen bizimkilerle tanıştırmak istedim. Ama eve gitmeden önce uğramamız gereken bir yer vardı. Otobüs durağında indik. Caddenin karşısına geçerken söze başladım:
“Bu dükkânda doğdum ben…”