Alarm çalmadan uyandım. Çok açtım. Açlıktan uyandım. Üç gündür hiçbir şey yememiştim. Kalktım. Yüzümü bile yıkamadan mutfağa gittim. Dolabı açtım. Peynir kutusunu çıkardım. İçinde bir lokma peynir kırıntısı bile yoktu. Sadece su. Peynir suyu. Onun dışında dolabın kapağındaki bayramdan kalma gül suyundan başka hiçbir şey yoktu. Açtım ve sinirliydim. Gül suyunu alıp küfrederek duvara fırlattım. Neyse ki şişesi plastik olduğundan kırılma dökülme olmadı. Boş olduğunu bile bile ekmek kutusuna baktım. Boş. Bomboş. Paramın son kuruşuyla aldığım simiti geçen gün bitirmiştim. Sonra erzak dolabına baktım çeyrek paket nişasta vardı ve başka bir şey yoktu. Masaya oturdum, bir bardak su içip salona geçtim.
Pencereden dışarı baktım. Bulutlu bir gündü. Saat sabah 09.00 ama sanki akşam vakti yaklaşmış gibiydi. İnsanlar sabah olduğuna inanmak için perdelerini sonuna kadar açmışlardı. Midem açlıktan feryad ediyordu. Nişastayı kaşıklamayı düşündüm. Sonra daha iyi bir fikir geldi aklıma. Mutfağa gidip nişastayı dolaptan aldım. Bulduğum bir kabın içine boşalttım. Azar azar su kattım. Ne tek tane tuz ne de şeker vardı. Su ve nişastayla tatsız tuzsuz da olsa kurabiye tarzı bir şey yapmak istiyordum. Anladığınız üzre mutfak işlerinden az da olsa anlarım. Biraz yoğurdum, biraz daha su kattım. İdeal bir kurabiye hamuru nasıl bir kıvamda olmalıydı? Kulak memesi yumuşaklığında mı? O, kurabiye hamuru tariflerinde mi yazıyordu? Evet, evet, kulak memesi yumuşaklığında. Benim hamurum daha katı olduğu için biraz su katmak istedim. Hamurun içinde olmayan elimle sürahiyi kaldırdım. Tam suyu eklerken sürahi elimden kaydı ve yarım sürahi su hamurun içine boşaldı. Ne yapacağımı bilemedim. Yine de soğukkanlılıkla hamuru yoğurmaya devam ettim. “Belki o kadar da çok değildir,” diye düşündüm ama yoğurdukça cıvıklaştı. Elim nişastadan bir el oldu. Bembeyaz. Hamur önce kek hamuruna dönüştü sonra krep hamuruna. Hatta daha da cıvıktı. Şimdi ne yapabilirdim? Elimdeki tek yiyecek kaynağı da çöp olmuştu. Bağıra bağıra ağlamak istedim. Öfkeyle elimi yıkayıp salona geçtim. Derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştım.
Sigara kullansaydım tam yakmanın sırasıydı ama hiç sevmedim o illeti. Zaten neyini severler anlamam. Bir de niye efkârla bağdaştırılır? Ne yani, o zehri içlerine çekince zehir içerdeki dertleri içine çekip dertlerle bir güzel harmanlanıp dışarı üflenince de uçurup götürüyor mu? Ne alâka? Neyse içsem de zaten param olmadığı için sigaram olmazdı. Para yok, pul yok, iş yok, güç yok, eş yok, dost yok. Yok oğlu yok…
Ben bu hâllere düşecek adam mıydım? Evet, tam da bu hâllere düşecek adamdım. Dünyaya ayak uyduramadım desem de öyle değil. Bu artistliğimden söylediğim bir şey. Niye ayak uyduramayım, dünyalı değil miyim? Kimseyle anlaşamamamın üstünü hep bu bahaneyle kapattım. Sevilmedim diye diye sevmeyi unuttum ve hayatın bütün hıncını beş ay önce beni terkeden iki yıllık karımdan çıkardım. O gittikten bir ay sonra da işi bıraktım. Anam babam erken göçtü. Akrabalar desen, onlarla ilişkiyi keseli asır oldu. Dostlar… Dost mu var bu dünyada? Bu da artistlik cümlesi. Az da olsa dostlarım olabilirdi ama hepsiyle bir bahane bulup yolları ayırdım. Bu hâllere düşecek adammışım, değil mi?
Çok açım. “Olan hamuru tepsiye döksem kek gibi pişer mi?” diye düşündüm. Yeniden mutfağa gittim. Hamura baktım ama o hamurdan asla kek olmazdı. Peki krep? Heyecanla tavayı çıkardım. Ocağa koydum. Tavayı güzelce ısıttım. Hamurdan biraz döktüm. Parçalandı. Nişastadan herhalde. Olsun, parça parça da olsa pişirip yemek istedim. İkinci hamuru daha ince döktüm. Piştikçe bir şey hatırlattı bana. Bembeyaz küçük bir yufka gibi oldu. Üçüncüyü biraz daha ince döktüm. Neye benziyor bu? Hatırladım! Evet, tabii ya. Güllaç. Güllaç yufkasına benzedi. Dördüncüyü daha ince döktüm. Tam bir güllaç yufkası oldu ve bundan sonrakileri hep o incelikte döktüm. Beş tane güllaç yufkası yaptıktan sonra hamur bitti. Çok mutlu oldum. Aylardır ilk defa tebessüm ettim. “Eee şimdi ne olacak? Süt yok, şeker yok, güllaç mı yapacağım da sevindim?” dedim kendi kendime. Masaya oturdum, güllaç yufkasından daha kalın döktüğüm ilk üç hamuru yedim. Kalanları mutlaka güllaç yapmak istiyordum. Evlendiğimiz sene Reyhan yapmıştı. Süt, şeker, biraz da gülsuyu katmıştı. Duvara fırlattığım gül suyu şişesini elime aldım, göz kırptım, gülerek masaya bıraktım. Gül suyu tamamdı da süt ve şekeri nereden bulacaktım?
Dışarı çıktım. Biraz yürüdüm. Sanki param varmış gibi bir markete girdim. Süt ve şeker fiyatlarına bakıp çıktım. Beş kuruşum bile yoktu. “Ne yapsam? Filmlerdeki gibi değerli bir eşyamı mı satsam. Ne satacağım? Saatimi satsam beş lira bile vermezler herhalde.” diye söylendim. Boş boş yürüdüm. Kaldırımları eze eze. Dünyada kalan tek dostum kaldırımlarmış gibi, benim onları anladığım kadar onların da beni anladıklarını hissediyormuşum gibi eze eze yürüdüm. Şimdiye kadar bütün anlamak, anlaşılmak ve anlaşmak isteyenlerimi ezdiğim gibi.
Sokağın başında bir kadın gördüm. Reyhan’a benziyordu. Aslında benzemiyordu. Ama ben benzetmek istedim. Kadın yanındaki kediyi bebek sever gibi severek kedinin önündeki kaba süt boşalttı. Kedi büyük bir iştahla sütü içmeye başladı. Bir an sütü alıp kaçmak istedim. O kadar da gaddar değilim korkmayın. Sadece bir an düşündüm. İnsan düşündüğü kötülüklerden sorumlu değildir, öyle değil mi? Hem sütü alsam şeker olmadan ne yapacaktım? Kimse sokak hayvanlarına şeker vermediğine göre ve hiçbir hayvanın önünden şeker kaçıramayacağıma göre ve şekersiz sütle güllaç yapamayacağıma göre kedinin sütünü almama da gerek yoktu. Almadım.
Kadın gittikten sonra kaldırıma oturup bir kedi kadar bile nasipli olmadığımı düşünerek kediyi seyrettim. Gerçi kedinin nasibi bende olsa ben sütü getirene kedi gibi şirinlik yapmayı, teşekkür etmeyi bırak “Nerede bu sütün şekeri, bu niye soğuk, koyacak başka kap mı bulamadın?” şeklinde huysuzluklar yapıp iyiliği yapanı da gelen nasibi de heder ederdim. Yoldan geçen bir adam önüme bozuk para bıraktı. Dilenci sandı herhalde. E böyle oturursan ne sanacaktı? Kalkıp parasını verecektim, vazgeçtim. Beş kuruşum bile yoktu niye vereyim? Aslında iyi fikirdi dilencilik. Daha işlek bir caddeye oturursam biraz param olabilirdi. Tanıdıkla falan karşılaşıp rezil olmamak için bizim mahalleden de eski işyerinden de uzak bir yer olmalıydı. “Kimseye yalvarmam, böyle otururum, kim ne kadar atarsa.” diye düşündüm. Dilenciliğe kadar düşsem de bir gururum vardı hâlâ. Yüz liram olsa yeterdi.
Kalktım ve yürümeye devam ettim. Yol kenarında simit satan bir adam vardı, dilenmeden ve çalışmadan kazandığım parayla bir simit alıp yedim. Günlerdir ilk defa karnım doydu. Organlarım rahatlayıp yerlerine yerleştiler. Yoksa bu açlığa dayanamayıp beni terk edecek gibiydiler. Tıpkı Reyhan gibi. Gerçi o açlıktan terk etmedi de, neyse… Yürüye yürüye işlek bir semtin işlek bir caddesine geldim. Dilenmek için güzel bir mekândı. Ceketimi çıkarıp önüme serdim, kafamı iyice yere eğip bir mazlum havası takınıp oturdum. “Heyt be. Baban da mı dilenciydi?” dedim içimden. Biraz sonra önüme paralar düşmeye başladı. Şık şık şık… Beş kuruş, on kuruş, bir lira hatta bazen beş lira, on lira.
Akşama kadar oturdum. Hava karardıktan sonra paraları toplayıp kalktım. Markete gittim. Tabii en önce süt ve şeker aldım. Sonra da bir sürü şey... İki yüz elli liralık alışveriş yaptım. Bozuk paraları gören kasiyerin tuhaf bakışlarını görmezden geldim ve saçma sapan bir şeyler uydurup açıklama yapmadım. Aklım güllaçtaydı. Hızlı hızlı eve gittim. Hemen sütü ocağa koydum, şekeri kattım, biraz da gülsuyu. Mis gibi bir şerbet oldu. Güllaç yufkalarından birini tepsiye koydum, şerbetle ıslattım, üstüne bir tane daha koydum biraz daha şerbet döktüm, bir yufka, biraz şerbet. Bitince dolaba koydum. Soğumasını beklemem lâzımdı.
Beklerken kalan parayı saymak istedim ve hepsini masanın üzerine döktüm. Saydım. Beş, yirmi beş, bir, on beş, yüz, üç yüz elli, beş yüz yirmi beş, yedi yüz, yedi yüz elli. Evet, tam yedi yüz elli lira vardı. Alışverişte ödediğim iki yüz elli lirayı da sayarsak bir gün de tam bin lira kazanmıştım. Kuruş kuruş derken bin lira etmişti. Para kazanmak bu kadar kolaysa niye yıllarca çalıştım ben? Ona buna ağız eğdim. Çok da eğdim sayılmaz da, neyse… Az sadaka çok belayı def ediyormuş hakikaten. Söyleyen boşa söylememiş.
Güllaç soğumuştur diye düşündüm ve dolaptan çıkarıp dilimlemeden daldım tepsiye. Tam soğumamıştı ama olsun daha fazla beklemek istemedim. Müthiş lezzetli olmuştu. Bir oturuşta bitirdim. Bir şey eksikti ama ne? Hah buldum. Ceviz eksikti. Unutmuşum. Arasında ceviz olsa güzel olurdu ama öyle de güzeldi. “Güllaç işine mi girsem? Yarın biraz daha nişasta alayım güllaç yapıp satayım,” diye düşündüm. Sadakalardan kazandığımdan daha çok kazanamayacağımı düşününce vazgeçtim. Ben bu dilencilik işini sevdim. Ne sandınız? Size güllaç yapıp satmaya başladığımı sonra zamanla işleri büyütüp dükkan açtığımı sonra daha da büyütüp bir güllaç fabrikası açtığımı sonra bu işin nesilden nesile aktarıldığını anlatan bir başarı hikâyesi anlatacağımı mı sandınız? Duymak istediklerinizi anlatmadığım için sizden özür dilerim. Şimdi siz de anlatmak istediklerimi duymadığınız için benden özür dileyin.
Vicdanımın feryat sesleri eşliğinde masanın üzerine dizdiğim paraları seyrediyordum. Aniden elektrikler gitti. “Faturayı yatırmadım diye mi? Daha son tarih gelmemişti ki,” diye düşünüp pencereden dışarıya baktım. Tüm mahallenin elektriği gitmişti ama hava hâlâ bulutlu olduğu için etraf aydınlıktı. Gündüzü karartan bulutlar geceyi aydınlatıyordu. İnsan neden elektrik gidince derin düşüncelere dalar? Çocukluğum, gençliğim, okul yıllarım, iş hayatım, tüm anılarım gözümde canlandı…
Sonra birden arkamdan para sesleri geldiğini duydum. Şıkır şıkır bozuk para sesleri. Donup kaldım. Nefesimi tuttum. Evde birisi mi vardı? Paralarımı mı çalıyordu? Korkudan dönüp bakamadım. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Ses kesilmiyordu. Hatta bir melodiye dönüştü. Şıkır şıkır şık şık şıkır… Dalga mı geçiyordu bu hırsız. “Kardeşim al git işte, bulaşmayalım birbirimize,” dedim. İçimden tabii. Bekledim. Sesler kesilmek bilmedi ve sonunda dayanamayıp döndüm. Paralar halka olmuş uçuşuyor ve birbirlerine değmedikleri hâlde ses çıkarıyorlardı. Delirdiğimi düşündüm. Ya da uyanacağım ve Reyhan yanımda olacak bundan sonra ona da çevremdeki diğer insanlara da çok iyi davranacağım diye temenni ettim.
Paralar gelip başımın üstünde dönmeye başladı. Kaçmak istedim ama bunun bir işe yaramayacağını düşündüğüm için yeltenmedim bile. Paralar beni halkanın içine aldılar. Etrafımda dans eder gibi dönüyorlardı. Rengârenk ışıklar yandı. Hiçbir şey yapmadan öylece bakıyordum. Bir ara kendimi ritme kaptırıp dans ettiğimi hatırlıyorum. Hayatımda hiç dans etmemiştim, hiç de bana göre bir şey değildi ama yaptım. Büyülenmiş gibiydim. Öyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden kendimi bu caminin avlusunda buldum. Sabah olmuştu. Hatta güneşe bakılırsa öğle olmuştu. Güneşli ve güzel bir gündü. Kuşlar uçuyordu. Hafif bir rüzgar okşuyordu yüzümü. Acıktığımı hissedince eve gitmek istedim. Bir gün önce bir sürü güzel yiyecek almıştım onları yemek için sabırsızlandım. Kalkmaya yeltendim ama kalkamadım. İki yüz kiloluk bir insan gibi hissettim kendimi. Bu ağırlık da neyin nesiydi? O esnada bana yaklaşan, biri büyük bir adama diğeri küçük bir çocuğa ait iki çift ayak gördüm. Sonra yaklaşan adam cebinden çıkardığı bozuk parayı kafama bıraktı. “Ne oluyor bee!” demeye kalmadan, parmaklarını başımda gezdirerek “Evlat, sadaka taşları Selçuklulardan günümüze kadar gelmiştir. Paralar bu taşlara bırakılırdı ve ihtiyacı olan insanlar gelir ihtiyaçları kadarını buradan alırlardı. Hem sadaka verenin kimliği bilinmez, hayrını sadece Allah’ın bildiği şekilde gösterişsiz olarak yapmış olurdu hem de sadakayı alan kişi utanmadan sıkılmadan ihtiyacını karşılamış olurdu,” dedi. “Ne? Sadaka taşı mı? Ben mi? Yok artık. Bu saçmalık.” dedim. Hâlâ insan olduğumu görmek için kendime bakmak istedim, ellerimi öne uzatmak, başımı sağa sola çevirmek... Olmadı. Yapamadım. Herhangi bir bahaneyle hiç acımadan Reyhan’ı dövdüğüm bir gün bana ettiği beddua kulaklarımda yankılandı “Allah seni taş etsin. Taş ol inşallah. Ellerin kırılsın…” Neyse, verilmiş sadakam varmış ki sadaka taşı oldum.
Ne sandınız? Bütün bunların gerçek olmadığını, olsa olsa rüya olduğunu, gözlerimi açtığımda her şeyin bitmiş olduğunu anlatacağımı mı sandınız? Değil. Duymak istediklerinizi anlatmadığım için sizden özür dilerim. Şimdi siz de anlatmak istediklerimi duymadığınız için benden özür dileyin.
Emine Ecran Çeliksu