Bu hikâye Didem Madak’ın İris’in Ölümü şiiri üzerine yazılmıştır. Rahmetle.
Şarkılara anı katmayı sever.
Hava soğuk, rüzgârlı. Yağmur atıştırıyor. Kulağında kulaklık. Başı eğik, yere bakarak yürüyor. İçi dolu, yanıyor. Sağında deniz. Hırçın. Başını kaldırıyor. Yüzünü, denize, rüzgarın geldiği tarafa çeviriyor. Birkaç kez derin soluyor. Burnu temiz havadan yanıyor. Yüzüne rüzgardan hızı artmış yağmur damlaları keskin çarpıyor. Üşüyor. Dudaklarında hafif bir gülümseme beliriyor. Çok az sonra yüzü soğuktan ağrımaya başlıyor. Bu ağrıdan hoşlanıyor. Üşüdükçe, yüzü ağrıdıkça iç ağrıları azalıyor. Soğukluk, yangınını hafifletiyor. Dişleri birbirine çarpmaya başlayınca, içinde karıncalanma olunca başını çeviriyor. Bir süre daha yere bakarak yürüyor.
Biraz ilerideki sarı yağmurluklu kız çocuğunu görüyor. Koşuyor. Annesi arkasından koşuyor. Sol kulağından kulaklığı çıkarıyor. Çocuğun gülme sesini duyuyor. Kısık. Telefonda çalan şarkı, rüzgarın uğultusu, denizin betona çarpışı, çocuğun gülüşü… Hepsi birbirine karışıyor. Koşan anne kızına sesleniyor; “Hayat kızım. Koşma koşma. Dikkat et bak düşeceksin. Hayat denizden uzak dur!” Çocuk gülüyor. Yere bakıyor. Küçük kız çocuğu sesi ile “Aaaa anne bu ne?” diye soruyor. Annesi yanına gelip kızının baktığına bakıyor. Bir elini kızının önüne koyarak “Yengeç yavrusu kızım.” Anne kız biraz daha bakıyorlar. Sonra Hayat yine koşmaya başlıyor. Anne sesleniyor. O gülümsüyor. Hayat durmuyor. Hayat, onun yanından geçiyor. Kulağında çalan şarkıya Hayat’ı katıyor.
………………
Yatağından zar zor kalkıyor. Kafasındaki boneyi düzeltiyor. Yavaş adımlarla mutfağa gidip ilaçlarını içiyor. Bir sürahiye su doldurup içeriye getiriyor. Sağ eliyle tutuyor sürahiyi. Sol eli şişkin. Ödem toplamış. Yatağına yakın olan penceredeki gece dostu, yol arkadaşı akşamsefasına suyu boşaltıyor. Sol elinin işaret parmağıyla toprağını eşeliyor. Parmağında kalan çamuru avucuna sürüyor. Kokluyor. Akşamsefası kırmızı sarı açmak üzere. Bahçeden sesler geliyor. Komşuları aralarında konuşup gülüşüyorlar. Gecenin ilerleyen saatine kadar oradalar. O bazen bundan rahatsız oluyor bazen gülümseyerek izliyor. Ağrılarına göre tavrı değişiyor. Şuan çok rahatsız değil. Radyosunu açıyor. “Kadifeden kisesi. Havadan gelir sesi. Oturmuş sazını çalar nazlı da civan. Cigeriminin koşesi” Geceleri ağrıları artıyor. Uyuyamıyor. Akşamsefasına, karanlığın kalbinde yalnız açmanın acısını hissettirmiyor. Beraber duruyorlar. Bu akşam ayın on dördü. Ay her dolunay olduğunda penceresine uğrar ziyaret eder Akşamsefasını ve onu. Ay ışığı öyle vurunca Akşamsefasına mest olur. Bahçede irice bir ağaç da var. Her ayın on dördünde ağaç da aydınlanır. Gözümün nuru der ona sebepsizce. Rüzgar estiğinde, rüzgarın yaprağı sıyırma uğultusunu, yaprakların birbirine çarpma sesini dinler. Ağrılarını dindirir. Böyle zamanları ipek mendile saklamak ister. Çok ağrılı zamanlarda çıkarıp bakmak için.
Ağrıları bazen çekilmeyecek bir hâl alırdı. Kolunun şişkinliği, üzerindeki yorgunluk da cabası. Bünyesi zaten çok güçlü değildi. Bu hastalıkla daha da çöktü. Sararmış bir yaprağı andırıyor. Ölmedi daha. Dalından kopmak üzere. Kopunca ölecek. Bu duruma gelince yani hastalanınca anladı o da bunu. “Artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyorum” diye söylüyordu. Bazen artık düşmek istiyordu dalından. Acaba ne zaman düşeceğim diye soruyordu. Boşluğa? Hayır hayır. Ona soruyordu. Ölümü istemek istemiyordu ama ağrıları işte…
Bu akşam dayanabiliyor. Sol koluna bebek yağını sürmüş. Ovalıyor. Arada akşamsefasına bir şeyler söylüyor. Radyoda çalan şarkıya eşlik ediyor. Gözünün nuru ağacına bakıyor. Sonra Ay’a. Zamanı ipek mendile sarmak istiyor. Sonra radyodaki şarkıya katıyor bu ânı da.
………………………….
Geçirdiği ameliyattan sonra ilk defa dışarı çıkıyor. Önce denizine kavuşuyor. Hava bahar havası. Çok seviyor bu havayı. Yüzünü denize çeviriyor. Gözlerini yumuyor. Birkaç derin nefes alıyor. Dalgaların sesini dinliyor. Denizden serin serin esiyor. Artık daha kolay hastalanıyor. Bu yüzden serinlikte daha fazla durmuyor. Sahilden uzaklaşıyor. Daha içlere ilerliyor. Eski sokaklardan geçiyor. Fakir sokaklardan. Madden fakir. Manen zengin sokaklardan. Kimsenin yalnız kalmadığı, harabe evlerin dahi kimsesi olan sokaklardan. Huzur buluyor önce. Sonra kendi yalnızlığında hüzülüyor. Yine de içindeki huzur güzeldi. Kulaklığını takıp şarkısını açıyor. “Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum. Bulduğumu zannettiğimde, kendimden ayrı düştüm.” Şebnem bağırdıkça sanki içindeki bağrışlar da dışarı çıkıyor. Bulutlar da bağırmaya başlıyor ve sonra ufak ufak ağlamaya. Bulutların gözlerinin dolması yağmurun atıştırmasıdır diye düşünüyor. Yürümeye devam ediyor. Çiçekleri, meyve ağaçları olan yeşil bir bahçeye denk geliyor. Bahçe duvarına yaklaşıp bahçeyi izliyor. Bir kelebeğin çiçeğin altına saklandığını görüyor. Kelebek yağmurdan saklanıyor ama çiçeğin taç yapraklarının arasından kanatlarına damlalar az da olsa geliyor. Kelebekte kendini görüyor. Az sonra yere düşüyor kelebek. Hüznü artıyor. Kelebeği, dinlediği şarkıya katıyor. Biraz daha bahçeyi izleyip yoluna devam ediyor.
İnsanları düşünüyor. Ne zaman düşünse sinir oluyor. Anlayamıyor çünkü onları. “Kalplerini neden saklarlar neden kullanmazlar? Kendinde mücevher olan biri bunu neden saklar?” Hep aynı soruları soruyor. Cevap bulamıyor.
……………………….
Çocukken salıncaklara binerdik. Bazen o salıncaklara oturup kendi etrafımızda dönerdik. Salıncağın zincirleri birbirine geçerdi. Salıncak da yükselirdi. Sonra serbest bırakırdık. Dönmeye başlardık. Ta ki eski hâlini alana kadar dönerdi. Normal hâline yaklaşınca yani dönüşün son kısımlarında savrulurduk. Şimdi o da şimdiye gelmek üzere. Normaline, son savruluşlarda. O şimdi sonbaharda dökülmeyen, baharın rüzgarını bekleyen sarı bir yaprak. O şimdi dinlediğimiz bir şarkıdaki şiir.
Ahmet Can
İRİS’İN ÖLÜMÜ
bugün kalbimi eski bir plak gibi
öyle çok tersine çevirdim ki
bazı şarkılar vardır
cızırtılı bir yağmur gününü anlatır
uzaklarda süren sarı yağmurluklu bir hayatı
deniz bazen kendini kaldırımlara fırlatır
o zaman bir yavru yengece bakan
insanların şarkısı olurdu o şarkının adı
keşke ismim iris olsaydı
keşke ismim herkese
sarı yağmurluğuyla koşan hayatı anlatsaydı
bazı şarkılar vardır
ellerim kocamanlaşır, tuhaflaşır
işte o ellerimle herkese
çamurlu şiirler uzatsaydım
hepsi çok kirli olsaydı tanrım
bazı şarkılar vardır
kırmızı akşamsefalarını anlatır
karanlığın kalbinde yalnız, açmanın acısını
komşu kadınların basma elbiseli konuşmalarını
geceyi onlar bahçeye taşırdı
ben ne zaman öleceğim tanrım
sabah olunca mı
keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım
irileşen, gitgide irileşen ağaç gibi
ismi nedensizce iris oluveren bir ağaç gibi
şu odanın ortasında dursam
saat kuleleri dökülürdü dallarımdan tanrım
artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyorum
bazı şarkılar vardır
kanatlarında yağmuru taşıyan kelebeği anlatır
kırmızı bir çakmak gibi neşeli ölmek olurdu
o şarkının adı
ardında yalnızca nemli sigaralar bırakmanın acısı
keşke ismim iris olsaydı
keşke ismimin bir anlamı olmasaydı
herkes çıkarsın kalbini
o çirkin mücevher sandığından
ve herkes onu birbirine fırlatsın tanrım