Heyula

Beyza Betül Özcan

Didem Madak / İris’in Ölümü Şiirinden İlhamla Yazılmıştır

HEYULA

Kalabalıklar arasından sıyrılıyorum. Dönemeci geçene kadar nefes nefese kalıyorum. İnsanlar, insanlar ve çeşit çeşit yüzleri. Her bir yüz Allah’ın onlara ezelde takdir ettiği kaderi yaşamaya and içmiş gibi bakıyor. Asi olanların kellesi vuruluyor uzak ülkelerde. Onların cesaretine özeniyorum. İsimleri unutuluyor yüzlerin. Bu kez yaşamanın manasını sorguluyorum. Ben ne zaman öleceğim tanrım? Sabah olunca mı?

Adını dahi bilmediğim sabahlara özlem duyuyorum şimdi. Sokağın ötesinde köpek havlıyor. Gitmeliyim. Bu kadar soluklanma yeter. Hem doktor ne demişti? İlk gün sadece bir saat dışarı çıkabilirmişim. Ben tam yüz yedi gün kırk dört saattir dışarı çıkmıyordum. Taa ki on dakika öncesine kadar. Ceplerimi yokluyorum. Yürürken ayaklarımın ucuna düşüveriyor ilaç kutusu. Kapağını açıyorum. Sadece bir tane hap kalmış. Kaç tane içtiğimi unutuyorum. Adımı unutuyorum o an. Yürüdüğüm yolu, başımdaki göğü ,annemin örgülü saçlarını. Hatırlamaya zorluyorum kendimi, yeniden yaşamak mümkünmüş gibi.

Bugün kalbimi eski bir plak gibi öyle bir tersine çevirdim ki; şimdi yolumu şaşırıyorum. Kalbim acıyor. Yaraları bir bir kavlıyor sanki. Bildiğim tüm yollar artık bana yabancı. Yeni yollar da aramıyorum. Duruyorum öylece ve son kalan hapımı içiyorum. İçimden şarkı söylemek geliyor o an, çekiniyorum. Etrafıma bakınıyorum. İnsanlar. Yüzleri kaybolmuş insanlar bana bakıyor. Gözlerimde kendilerini arıyorlar. Bazı şarkılar vardır hani cızırtılı bir yağmur gününü anlatır. Bir ikindi sonrası çiselemeye başlayan yağmur, önce simitçinin simidini ıslatır sonra bir kadının eşarbını. Yere düşen yağmur damlalarının üzerine basıp geçen ayaklar, kimselerin durup dinlemediği bir ahenk oluşturur. Sarı yağmurluklar belirir etrafta bir bir. Ağacın dallarına tüner kuşlar. Ötmeye başlarlar. Rengarenk şemsiyeler. İnsanlar oradan oraya koştururlar.

Şimdiyse ben kalbimin derinliklerinden gelen bir şarkıyı dilime doladım yokuş aşağı yürüyorum. Bazı şarkıların bazı yağmurları anımsattığı günlerde olduğu gibi. Yolun sonunda beni deniz selamlıyor. Sahilde sıra sıra dizilmiş taburelerde insanlar çaylarını yudumluyor. Bir tabure de ben çekiyorum. Bir delikanlı yaklaşıyor yanıma. Üzerinde yenice bir yağmurluk var. Sarı. Çay getireyim mi abi, diyor. Olur diyorum. Beş dakika sonra ince belli bardakta demli bir çay geliyor. Delikanlı çayı bıraktıktan sonra; ‘’İsim neydi abi?’’ diyor. İsmimi merak etmesi beni heyecanlandırıyor. Kısacık bir an düşünüyorum. Sahi imam kulağıma ne fısıldamıştı? Neyse abi mühim değil, diyerek uzaklaşıyor delikanlı. Yine geç kalıyorum. Oysa birazcık daha kalsa yanımda söyleyecektim. Şimdi artık ismimin de bir önemi kalmıyor. Keşke ismim İris olsaydı. Keşke ismim bir ağacın kovuğuna saklanmak kadar güzel olsaydı. Göynümün memleketine baharlar gelirdi o zaman. Ağaçlar yeşerir, insanlar altında eğleşirdi. Belki o zaman yaşamak daha da anlamlı olabilirdi. Ben de babamın bana verdiği ismin kaderini yaşamazdım. Yeni bir kader yazardım belki kendime. Dudağımda eskimiş bir cigara olurdu. Kalem de benim kâğıt da! Yazan da benim çizen de! Evvela içimi kemirip duran bu illetten kurtulurdum. Şeytan görsün doktorun yüzünü. Annemi anımsardım. Az evvel unuttuğum annemi. Saçlarını bu kez ben örerdim. Sonra imamı çağırırdım. Kulağıma fısılda, derdim. Senin adın İris. Senin adın İris. Senin adın İris.

Sokak lambaları bir bir sönmeye başlıyor. Soğumuş çayımı yudumluyorum. Saat yarımı gösteriyor. Az önceki delikanlı boşalan tabureleri topluyor. Masaya bir çay parası bırakıp kalkıyorum. Evimin yolunu tutuyorum. Karanlığın içine girdikçe adımlarım hızlanıyor. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlıyor. Önce apartmana sonra yatağa kendimi zor atıyorum. Kalbim yerinden çıkacak gibi. İlaç da kalmadı. Demek ki dışarıda bu kadar uzun kalmak iyi fikir değilmiş. Uykuya dalıyorum. Kulağımda bir ses. İsmimi fısıldayan imam bu kez telkin getiriyor. Sahi ben ne zaman öleceğim tanrım? Sabah olunca mı?