Hastane Heykeli

Ayşenur Altun

Hasan Bozdaş’ın “Simetri Hastanesi” isimli şiirinden esinlenilmiştir.

“Yatışınızı yapalım bugün Hasan Bey. Bu ağrılar ve nefes darlığı ile evde tek başınıza dayanmanız oldukça güç. Kendinize eziyet edersiniz. Lütfen, ısrar etmeyin. Hemşire Hanım, 3212 numaralı odanın ölüm kaydını geçmiş miydiniz? Tamamdır. Hasan Bey’in yatışını boşalan odaya yapalım lütfen. Öğleden sonra bekliyoruz sizi Hasan Bey. Gerçi oda çok kullanılmadı ama temizlik şart. Evet, siz öğleden sonra gelirsiniz. Ben teşekkür ederim. Geçmiş olsun.”

Hasan, doktorun bu tarz mâlumâtları yanında konuşmasına şaşırmıştı. Kim bir ölünün boşalttığı bir odada gönül rahatlığı ile iyileşeceğini umabilirdi ki… Bilmeseydim, diye düşündü, iyileşmek için daha mı umutlu olacaktım? “Burayı bir ölü boşaltmadığına göre benim de ağrılarım dinecek öyle mi?” Nefesinin yeteceğini bilse dakikalarca gülmeyi isteyecekti bu duruma. İstemedi. Konuşmakta bile güçlük çekiyordu.

Kimdi ölen? Kaç yaşındaydı? Geride bekleyen bir ailesi var mıydı? Hangi saatin hangi küsuratıydı ölümü? Hangi namaza müteakip kılacaklardı cenaze namazını? Omuzlar üzerinde bir tabutla çıktığı hastaneye siyah bir ceketle mi girmişti? Her neyse, dedi Hasan içinden. Her neyse... Bir önemi var mı bütün bunların? Cesetleri birbirinden ayıran ne?

“beni diğer cesetlerden ayıran ne”

Hastane bahçesindeki bir bankta oturmuş bunları düşünüyordu. Hastane bahçelerinin tuhaf bir yanı vardı. Çok tuhaf. Nasıl anlatmalı, ölmeye kısa bir ara verilmiş gibi. Umut edecek oluyordu insan. Çünkü birileri ölürken de güzeldi bahçeler. Hasan’ın kalkıp eve gitmesi ve bu uzun misafirlik için hazırlık yapması gerekiyordu. “Küçük valiz yeter, ne kadar eşyam var ki… Taşıması da yorgun bedenim için daha kolay olacak. Evet, harika.” Nefes almakta güçlük çektiği için çok uzun zamandır içinden konuşuyordu. Bu kadar uzun zaman içinden konuşunca insanları duymak da bir o kadar zorlaşıyordu sanki. “Efendim? Nefes alamadığım için sizi duymakta güçlük çekiyorum.”

“oksijenin atmosferdeki oranı yüzde yirmibuçuk”

“Beyefendi, beni duyabiliyor musunuz? Bahçede başka boş bir bank bulamadım da, sizin için sorun olmazsa buraya oturabilir miyim?” Hasan, anlamsız ve boş bakışlarını Ayla’nın gözlerinden ayıramadığını fark edene kadar bakmıştı ona. Fark ettiği an ise hızla yerinden kalktı, sendeledi, düşecek gibi oldu. Gözlerini yerden ayırmadan “Buyurun lütfen, ben de kalkıyordum.” dedi. Yürüdü, sendeledi, düşecek gibi oldu. Ölmek üzere olan bir adam için kalbi fazla çalışmıştı.

“olur da sevinmeyelim diye

aşağı bakarken düşmek yasak”

***

Hasan, havalanması için camı açık bırakılan ve öylece unutulan soğumuş odaya girdiğinde bu soğukluğa iliştirilmiş bir de ölümün olduğunu hemen fark etti. Buradan bir ölünün çıktığını bildiği için miydi, açık unutulan camdan içeriye dolan soğuk muydu, kendini ölüm fikrine bu kadar alıştırmış olması mıydı ona bu ilişikliği hissettiren? Ölüme karşı bir yabancılık neredeyse hiç çekmiyordu. Nerelisin, sorusuna “ölümlüyüm” diyecek kadar oralıydı. Kaslarındaki ağrılar, sızlayan kemikler, eklemlerinde hissettiği acılar, kesik nefesler, öksürükler… Onu bu fikre alıştıran unsurlar da yıllardır yerli yerindeydi.

Eşyalarını yerleştirip yatağa uzandı. Kesik nefes alışları ve artan öksürükleri onu iyice halsiz bırakmıştı. Asık suratlı, yorgun ve gergin hemşirelerden biri kapıyı açar açmaz odanın soğukluğundan şikayet etmeye başladı. Hemşirenin kendisi gibi soğuk olan bir şeyden bu kadar çok şikayet etmesi tuhaf gelmişti Hasan’a.

“insanlar yamuk pencereler nizami”

Hemşire, Hasan’ın solgun varlığını fark etmemişti bile. Serumu ve oksijen tüpünü takıp bazı tetkikler için kan alacaktı. Bir iğnenin ufak bir sızıyla, sinek ısırığı gibi bir sızıyla deriye, ardından da damara girmesini görmek Hasan’a hiç iyi gelmiyordu. Görmemek için başını sola doğru çevirdiğinde yanında duran komidinin üzerindeki köstekli saat dikkatini çekti. Mezkûr ölüye ait bir saat öyle mi… Kimsesi olmayan bir ihtiyardan başka ölüme yakın olan başka kimdir?

“bir ihtiyardan aldım saatimi bu ne hız

sol tarafıma bakıp, çok yazmasın

çok yazmasın kalp bilir nerede duracağını”

***

Öğle vakitlerinde bahçeye çıkmayı mutad hâline getirmişti Ayla. Kaç aydır bu hastanede olduğunu, iyileşip iyileşemeyeceğini bilmiyordu. Hayatına dair herhangi bir ayrıntıyı hatırlamak gün geçtikçe zorlaşıyordu onun için. Hastane odası, kalın perdeler, ilaçlar ve bu bahçe dışındaki her şeyi gün geçtikçe unutuyordu. Belki ölüme belki yeni bir hayata yaklaşırken bir şeylerden de uzaklaştığı belliydi. Ayla, ağrılarından utanıyordu da. Onu bu bahçede görenler hasta olduğunu değil, olsa olsa bir hasta refakatçisi olduğunu düşünürlerdi. Boyu dizinin hafifçe altında kalan eteği, düğmelerini hiçbir zaman iliklemediği ince hırkası, arkasına saldığı kestane rengi saçları ve kırmızı babetleri ile bahçede gezinir, belki ancak yarım saat süren bu kısa zaman diliminde sıradan bir insan gibi davranmayı güzel becerirdi.

Hasan da her gün aynı saatte bahçede olmaya başlamıştı artık. Yorgun hemşirelerden kaçmak için iyi bir fırsat oluyordu bahçeye çıkmak. Boş bulduğu bir banka oturup anlam vermemek için hususi bir çabayla bakıyordu etrafına. Hayata dair ne varsa anlamsızlaştırmak ve uzaklaşmak istiyordu. Ölüme yaklaşmak istiyordu. Bedenini sürükleyen ölü bir adam… Hasan böyle olmak istiyordu işte ömrünün son demlerinde.

“içimde çürümüş şeylerden bir sepet

koşsam dizlerim yorulur

koşmasam ölümlüyüm.”

Hasan her gün aynı saatte, aynı bankta oturdu. Ayla her gün aynı saatte bahçede gezindi. Ağrılarından utanıyordu Ayla, onları gizliyordu. Hasan’ın ise bütün ağrıları okunuyordu bedeninin her hattında. Ayla’nın bunu görmemesi imkansızdı. Bir gün Hasan’ın önünde durdu Ayla. “Merhaba!” dedi, herkesin mutlu olduğundan emin olması gereken bir görevli gibi. “Nasılsınız?” Hasan baktı, durdu, baktı, sendeledi, gözleri siyaha çaldı. Ayla’ya baktığını fark edene kadar baktı ona… Ölmek üzere olan bir adam için fazla renkli bir sesti. Ayla bir sesti Hasan için, gözdü, bir görevliydi; bu bahçedeki herkesin mutlu olduğundan emin olması gereken bir görevli… “Ölüyorum burada, ölümümü sekteye uğratıyorsunuz.” Hasan bunları bir insanın yüzüne söyleyemezdi. Ayla’nın yüzüne hiç söyleyemezdi. Siyaha çalan kahverengi gözlere hiç söyleyemezdi… “İyiyim, siz?” dedi Hasan. Ayla sorunun “siz?” kısmını duymadı bile, öylece geçip gitti. Hasan, tüm gayretiyle anlamsızlığına yeniden dönmeye çalıştı…

“sen çok bakma geçmesin hastalıklarım”

Hasan günlerce oturdu o bankta. Ayla günlerce “Nasılsınız?” diye sorarak geçti Hasan’ın önünden. Her seferinde sendeledi, düşecek gibi oldu. Düşemedi. Öğle molasına çıkmadan önce yapılan günlük rutinde doktoru kalbini dinlerken ele vermemeye çalıştı kalp atışlarını. “Nasılsınız?” sorusuna muhtaç hâle geldi Hasan. Alıştı. Ölü adamın köstekli saatini yanında taşıyordu, ona da alışmıştı. Hastane bahçelerinin tuhaf bir yanı vardı. Çok tuhaf. Nasıl anlatmalı, ölmeye kısa bir ara verilmiş gibi. Hasan, dışarısı yokmuş gibi davrandı bir süre. Ağrılarını daha çok hissetti. Ölüm, kaybolan bir şey değildi. Hasan ölürken de güzeldi bahçeler.

“sobe”

Ayla, işine sadıktı. Hasan’ın bankta oturmayışını, anlamsız bakışlarını etrafta öylece gezdirmeyişini fark etti. Sadakati ona ancak buraya kadar eşlik etti. Birkaç gün sonra aynı bankta bir başka adamın oturduğunu gördü Ayla. Anlamsız bakışları boşluğu döven başka bir adam… Geçerken durdu ve sordu: “Nasılsınız?”

“eskiden heykel de yoktu yeni yaptılar

bakınca gülüyor sanıyorsun

bakmayınca her şey zıddıyla var”

Ayşenur Oskan