Soluk

Havva Gök

Rüzgâr bu şehirde hiç olmadığı kadar sert esiyor ve kara bulutlar tüm gök kubbeyi karamsarlığa sürüklüyordu. Çıplak ağaç dalları birbirine çarpıyor, dallar birbirlerine çarptıkça boş sokakta ürkütücü sedalar yankılanıyordu.

Hisar Mahallesi bu seslerin dışında oldukça sessiz sayılırdı. Zaten bu saatlerde kimseden ses çıkmazdı. Affan, bunları düşünürken camdan dışarı baktı ve keyifsiz bir şekilde iç çekti. İçi yeterince karamsarlık ve mutsuzluktan çürümeye yüz tutmuşken bu hava onu iyice bunalttı. Sanki her geçen gün bir adım daha ölüme yaklaşıyordu. Bu hastane odası da ölüme giderken konakladığı bir handı. Hastanenin karşısında nizami sıralanmış binalarda göz gezdirdi. Sonra yağmurdan kaçarken karmaşık şekiller giren insanları izledi. Son karşı duvara asılı reklam panosundaki şiir dikkatini çekti. Gözlerini kıstı ve sessizce okudu şiiri:

Burası dünya

burası simetri hastanesi

insanlar yamuk pencereler nizami.

Şiiri okuyunca nefesi kesilir gibi oldu. Bunun kasıtlı bir hareket olduğunu zannetti. Ama tamamen tesadüftü. Sanki onun zihnindekileri şair daha edebî bir dille kelimelere dökmüş diye düşündü. Derin bir nefes alıp bu ayrıntıdan uzaklaşıp düşüncelere daldı.

Sanki aldığı, almaya çalıştığı her nefes onu ölüme bir adım daha yakınlaştırıyordu. "İçimde çürümüş şeylerden bir sepet, koşsam dizlerim yorulur, koşmasam ölümlüyüm" diye kendi kendine mırıldandı. Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. İçinde tutunmaya çalışan küçücük bir parça kalmıştı, onu da kaybetmemek için yaşamaya çalışıyordu. Ama buna rağmen ölüme bile isteye gitmeye de devam ediyordu. Solukları düzensizleşmeye başladı. Sonbahar ona iyi gelmiyordu. Affan'a acı dolu geçmişini hatırlatıyordu.

Camın kenarından ayrılıp yatağına geçti. Oksijen tüpünün vanasını yavaşça açtı. Maskeyi kafasından geçirdi ve ciğerlerine oksijeni derin derin çekti. Bir sancı yokladı zayıf kalbini. Elini kalbine bastırıp gözlerini sımsıkı yumdu, sancının geçmesini bekledi. Düzenli nefes alabildiğinde usulca vanayı kapattı, maskeyi çıkardı. Kendine gelmek için birkaç gerinme hareketi yapmaya çalıştı ama daha kollarını hareket ettiremeden sancı yine onu yokladı. Gözlerini yumdu, geçmesini bekledi. Geçmedi. Zaten hiçbir zaman da geçmemişti. Sadece kendini geçtiğine inandırmıştı. Ahmak. Diğer acılara da aynı tepkiyi verdiği için bu vaziyetteydi. Ne olurdu ki acı çektiğinde belli etseydi? Kalbi paramparça olduğunda haykırsaydı ne olurdu? Şimdi tüm acılar içini çürütmüştü.

Affan, her zaman depresif ve içine kapanık biriydi. Onu böyle olmaya iten sebepler, Affan'a göre güçlüydü ve o da o sebeplere tutunarak kuyunun en dibine kendini attı. Bir an tereddüt etmeden.

Mesela babası onun en derin yarasıydı. Affan'ı hiç tam manasıyla benimsememişti. Abisiyle Affan'ı hep karşılaştırıp durmuştu. Abisi Enes, her zaman dimdik duruşuyla babasını gururlandırmıştı Affan'ın aksine... Abisi suçlu dahi olsa boynunu bükmezdi, babası gibi. Affan ise, o zamanlar zayıf, çelimsiz bir çocuktu. Bu aciz görüntüsünün, kendisinin tek zayıf yönü olduğunu sanardı. Kalbinin sıkıntılı olduğunu çok sonra idrak etmişti. Kalbinin zayıflığı onun suçuymuş gibi ona tiksinerek bakardı babası. Sadece bir kere tebessüm etmişti. O da ne kadar tebessüm sayılırdı, bilinmez. Ama o tüm bunlara rağmen annesi için dayanırdı, ta ki annesi ölene kadar.

Ah annesi. Hakkını asla ödeyemezdi. Annesi, babasıyla arasında hep köprü görevi görmüştü. Çünkü o zayıf Affan, büyüdükçe zayıflığını öfkesiyle perçinlemeye çalıştı. Böyle olunca da kaos kaçınılmazdı elbet. Babası sert, Affan öfkeli, arayı bulmak da pek tabii annesine düşerdi. Zavallı kadın, ikisi arasında mekik dokumaktan ve yaşlılıktan sonunda bitap düştü. İlk başta Affan, işten geldikten sonra annesiyle konuşur, onun yorulmaması için yapabildiği tüm işleri yapardı. O güne kadar. İçindeki tüm duyguları dirilten güne kadar…İlk büyük çıkmazı gördüğü güne kadar.

İşten yorgun argın gelmişti. Anahtarını, anahtarlığa astıktan sonra annesine seslenmiş, kravatını çekiştirerek önce oturma odasına bakmış, orada annesini göremeyince tek tek tüm odalara bakmıştı. O an kalbini bir sancı yine yoklamıştı. Elini kalbine bastırmıştı. Geçmesini beklemişti uzun süre. Sancı onu terk edince banyoya koşmuştu. Annesini hareketsiz görünce bir sancı daha yoklamıştı. Ama o sancıyı umursamamıştı. Ambulansı aceleyle aramıştı.

Tam on beş dakika annesinin başında o gün ambulansı beklemişti. Annesine dokunsa zarar verecek bir şey olacak diye ödü kopuyordu. Ambulans geldikten sonrasını sanki buğulu bir camın ardından seyretti. Sonrası pusluydu, belirsiz ve silikti. Annesi ölmüştü. Annesinden sonra öyle bir dağıldı ki... Sonrası işte bu hastane odası.

Düşüncelerinden sıyrılmak için, günlüğünü eline aldı. Kafasındakileri bir bir yazmaya başladı.

Çiçeklerimin öldüğünü haber vermişler, sevindim

Masama sığmıyordum, şimdi biraz daha sıkışacağız

Dağlardan ve güçten düştüm. Gerçi hiç güçlü olmamıştım ben. O abimin göreviydi. Bana ailenin pısırığı olma göreve düşmüştü. Neyse. Bir kadın her sabah başıma gelip, nasılsın dedi. Tek işi nasılsın demekti.

Derin bir ah çekti. "O kadın, ne de zamansız geldi" diye düşündü. Ne olurdu daha erken tanışsaydı. Mesela bu hastaneye düşmeden evvel. Nazenin bir sevgili olarak yer alsaydı hayatında. Olsun, o kalbinin en güzel sancısı olmuştu, varsın nazende sevgilisi olmasın, diye içinden geçirdi. Yazmaya devam etti.

Ve bir kaç doz vakit yazmak, uzatma biçimi olarak. Son vakitlerimi bir gülüşüyle az da olsa uzatmıştı ya da uzatmış gibi varsaymak işime geldi.

Ölüm kaybolmuyor doğada

Hüznümü bir yere iliştirmeliyim

Beni diğer cesetlerden ayıran ne? Hepimiz ölmüş gibi yapıyoruz. Nefes almam mı? Onu da yapamıyorum artık. Soluklarım da tükenmeye yüz tuttu.

Kalemi bitiyor, daha yazacakları vardı. Sonra bir sancı daha geliyor ve ölüm onu sobeliyor. Sobe!

Hasan Bozdaş- Simetri Hastanesi şiirinden esinlenerek yazılmıştır.