Bu pencere kenarı… Ömrümün bu son deminde böyle sessiz bir arkadaşım olacağını söyleseler, romantizmden ölüyorsunuz derdim. Yaşlanmak romantizmden ölmekmiş; ruhunu romantizme teslim etmekmiş meğer…
Kırmızı, uzun saçaklı şalımı omuzlarıma biraz daha çekip, pikapın düğmesini çeviriyorum. Kapanan pikapın sessizliği öyle tahammül edilemez ki hızlıca plâğı çevirip sesi de biraz açıyorum. Dinlemekten eskittiğim bu plağı bir ay önce, artık neredeyse tek dostum Mehmet getirdi. Hüsnü Arkan “Eksik bir şey mi var” diye başlarken gözlerim hafiften kapanıyor gibi oluyor ama direniyorum. Geçmişi düşünmenin hiçbir yaraya merhem, hiçbir derde derman olduğunu görmedim henüz. Bazen unutmuş gibi yapmak en iyisi…
Yağmur başlıyor, deniz dalgalı bugün yine. İçimde yavru bir yengeci inceleyen korkak ama meraklı bir çocuğun kalp çarpıntısı var. Çay almak için mutfağa gidiyorum, bugün 3. defadır pencere önünden aynı bahane ile kalkıyorum. Fincandan tabağa dökülen çayı peçete ile alıp, bu defa da mutfak penceresinin önüne bir sandalye çekip oturuyorum. Pencere önündeki fesleğene parmaklarımı sürüyorum… Gölgesine sığınabilsem keşke ya da en az onun kadar gölgeme razı olabilsem… Bir sigara yakıyorum, kırmızı çakmağı masaya bırakmak için uzandığımda, masada yarım bırakılmış, tamamlanmaya niyeti olmayan bir şiir bakıyor bana. Sigara külü bulaşmış çamurlu ellerimle kağıdı alıp okuyorum yarım şiirimi:
“Karanlığın kalbinde
Yalnız açan akşamsefası
Basma elbiseli kadınların hüznünü taşır geceye.”
…
Size Mehmet’ten bahsetmedim değil mi? Mehmet benim en eski arkadaşlarımdan. Birbirimizi çok sevdik biz. Ama kapatamadığımız bir mesafe vardı aramızda. Neredeyse 40 yıllık dostum diyeceğim, hala sizli bizli konuştuğumuza inanmazsınız diye söylemiyorum. Tanıştığımız sene evlenme teklif etti bana. Bir süre görüşmedik ama sonra iyi bir arkadaş olduk. Birkaç defa konu açılıp kendiliğinden kapandı. Ben ara ara başka birilerine âşık oldum. Hepsini de çok sevdim, ne zaman terk edilsem Mehmet derdimin ne olduğunu bilmeden teselli etti beni. İpek mendillere sarıp koklaya koklaya ağladığım o anılarda Mehmet olmadı hiç. O sessizliklerde içimden kiminle konuştuğumu bilse halâ yanımda olmaya devam eder miydi bilmiyorum ama Mehmet, toprağa kök salıp gittikçe büyüyen, irileşen bir ağaç gibi yerleşti hayatıma. Önceleri hep dışarda buluşur çay içer, yürür, sohbet ederdik. Son zamanlarda eve gelmeyi adet edindi kendine. Eli kolu dolu geliyor her hafta. Bazen kitap, bazen çiçek, bazen plâk alıp geliyor. Kakaolu kek seviyor, o gelmeden kek yapıp sanki kendime yapıyormuş gibi tesadüflere saklıyorum. Plâklardan birini seçip açıyor, birer kahve yapıyorum. Saat kuleleri dökülüyor dallarımızdan. Sonbahar ağaçları gibi, yaprak döker gibi döküyoruz saatleri ömrümüzden.
Bilseydim yalnızlığın gittikçe ağırlaşan bir şey olduğunu, Mehmet ilk geldiğinde bırakmazdım onu. Canıma yoldaş ol derdim, canına yoldaş olurdum. İsmimin yanında anılan başka bir isim belki anlam katardı bu boşluğa. Varsın yine bilmeseydim elleri sıcak mı? Gölgesine razı olduğum şu fesleğen gibi nefes olsaydı evime…
Şimdi penceremin önünde onu, şu yağmurlu havada sarı yağmurluğu ile bana koşuşunu, koşarken nasıl da ben oluşunu izlemeyi bekliyorum. Gelsin de bana anlam katacak birkaç saat daha hediye etsin diye bekliyorum. Belki bu hafta da gelmez. Bundan önceki 2 hafta gibi bu hafta da akşama kadar bekler, sonra kahvemi tek kişilik yaparım. Bir sigara daha yakar; sigaramın dumanına Mehmet’i sarar, saklar; tek başına anlamı olmayan ismi nedensizce İris oluvermiş bir ağaç gibi şu odanın ortasında durup duvarları izler, sonra plâğı bir kez daha çevirip gözlerimi kapatırım.
Bazı şarkılar vardır, kanatlarında yağmuru taşıyan kelebekleri anımsatır… Ve bazıları sadece Mehmet’i. Hüsnü Arkan “Eksik bir şey mi var?” diye şarkıya başlıyor, ben gözlerimi kapatıp Mehmet’i düşünüyorum. İnsanın hayatına keşkeler girdi mi iflah olmazmış. Keşke diyorum yine de o her bakışıyla kalayım mı diye sorduğunda, Mehmet’e “Gitme” diyebilseydim. Keşke kalbimi o çirkin mücevher sandığından çıkarıp, Eros’un oku gibi fırlatsaydım Mehmet’e… Aklımdaki soruları Mehmet’e tek tek sorup o anlamsız mesafeyi kapatabilseydim. Şimdi hangi sorudan başlayabilirim bu geç yaşımızda?
Sahi Mehmet, toprak çok mu soğuk?...