SİMETRİ HASTANESİ
klinimetri
içimde çürümüş şeylerden bir sepet
koşsam dizlerim yorulur
koşmasam ölümlüyüm.
az kullanılmış bir oda kalıyor düşenlerden
hepsi biraz önce arkadaşımdı
oksijenin atmosferde oranı yüzde yirmibuçuk
o da benim odamda yok tüple veriyorlar
sonra sentetik iplerle dünyayı kesiyorlar.
burası dünya burası simetri hastanesi
insanlar yamuk pencereler nizami
eskiden heykel de yoktu yeni yaptılar
bakınca gülüyor sanıyorsun
bakmayınca her şey zıddıyla var
bir ihtiyardan aldım saatimi bu ne hız
sol tarafıma bakıp çok yazmasın
çok yazmasın kalp bilir nerede duracağını.
bir tekerlekli sandalyeyle aramızda olanlar
dışarısı yok gibi davranabilirim
dikişlerim yok gibi davranamam
olur da sevinmeyelim diye
aşağı bakarken düşmek yasak.
çiçeklerimin öldüğünü haber etmişler, sevindim
masama sığmıyordum şimdi biraz daha sıkışacağız
dağlardan ve güçten düştüm
bir kadın her sabah başıma gelip nasılsın dedi
hatırlıyorum tek işi nasılsın demekti
ve birkaç doz daha vakit yazmak
bir uzatma biçimi olarak.
mutlu olurum diye her öğün çikolata
veriyorlar
kalbimi dinliyorlar, kimseyi ele vermiyorum
uykumda konuşulmayacak şeylerden liste yaptım
sonra bir sancı geliyor.
sen çok bakma, geçmesin hastalıklarım
ölüm kaybolmuyor doğada
hüznümü iliştirmeliyim bir yere
beni diğer cesetlerden ayıran ne
hepimiz ölmüş gibi yapıyoruz
sonra bir sancı daha geliyor
sobe.
HASAN BOZDAŞ
ÖNÜM ARKAM SAĞIM SOLUM
Soğuk
Gökyüzü ilk kez bu kadar bulanık ve hıncını benden almaya çalışıyor. Nefes diye içime çektiğim havayı da günlerce beklemiş bayat bir ekmeğin sertliğiyle saplıyor göğsüme. Yutkununca boğazımdan geçmemesi için bir hayli emek sarf etmiş gibi. Oysa alacaklı olan o değil, benim. Odamın karanlığına beni hapsettiği her günden.
İnsanın böyle bir yerde iyileşmesi nasıl beklenir? Duvarlarından soğuk bir nefes üfleniyor enseme. Her bölümü aynı, her yer fazla nizami. Asker düzeni. Bordo fonun üzerine altın sarısı ile yazılmış yazılar. Çürük yumurta kokusu geliyor burnuma onlara baktıkça. Hele şu duvarlar! Burayı komple yıksalar, bu basık tavanlı odaları, eski demir kapıları, gri ve soğuk duvarları, yine de o ruhu buradan silip atamazlarmış gibi. Çürük bir zihniyetin kokusunu yok etmeye kimin gücü yetebilir?
Akşamüstü
Annemi hatırlıyorum yine bir akşamüstü. Beni ilk görmeye geldiğinde de akşamüstüydü. Odaya girdiğinde önce iki eliyle sıkı sıkı tuttuğu çantası, sonra siyahını bir bir yitirmiş olan saçları gözüktü. Eşarbı boynunda işlevinden habersiz, bir düğüm düşmesini engellesin diye atılmışken üstelik, gözlerinin benim için gülmesini bekleyemezdim ama gülüyordu. “Yavrum benim, iyi olacaksın.” diyordu. Eli yüzüme her değdiğinde acılarım geçiyordu. Sancılarımın yerini, yüzümden kalbime doğru akan bir sıcaklık alıyordu.
Keşke seni daha çok görebilsem anne. Bu somyada değil de senin dizinde iyileşmeyi beklesem. Ne kadar aciz olduğumu görüyor musun? Kim bilir ne çok sevinmiştin ben ilk adımlarımı atarken ve sana ilk kez anne dediğimi duyarken. Şimdi narkozun tesiri altında, üstelik sayıkladığım tek isim senin isminken ama bu kez adım dahi atamıyorken, hüznün de sevincin kadar büyük mü? Bu dünya senin ahlarına şahit olmasın isterdim. Sizin verdiğiniz ilaçlar benim ne işime yarar söyleyin? Benim kalbim hiç attı mı daha önce böyle, annemi görmüş gibi?
Çürük
Askere gitmeden önce çürük raporu verilenlerden değilim, ben sonradan çürüdüm. Önce bacağım, sonra aklım, sonra tüm düşünceler ve sonra… Sonrası bura işte. Onlar bacağımı kurtarmaya çalışıyordu en son, ben ruhumu. Kangren olan hangisi bana sorsunlar. Şarapnel parçası beni en az bacağımdan edebilir, en fazla yaşamımdan. Ama gördüklerim, yaşadıklarım, ölümüne şahit olduğum ruhlar, normalleştirilen düşünceler ve meşrulaştırılan davranışlar, gücü gücü yetene dünyasında gücü hiç eline alamamış olanlar. Benim tahribatım tüm bunların ortak eseri. Bir bacağım olmadan yaşayabilirim burada ama özgürlüğüm elimden alınmışken, taburcu olsam bile nasıl, hem nereye kadar?
Annem de gelmiyor artık. Dört hafta oldu. İlk gelen hemşireye rica edip aratacağım.
Tekerlekli Sandalye
An itibariyle üç aydır buradayım. Dün ilk kez odam değişti. Burası yeni boşalmış, ondan. Az kullanılmış bir oda. Az yaşanılmış, çok ölünmüş içinde. Şimdi bir eksiğiz burada. Aynı zamanda bir fazla. Yanıbaşımda duran tekerlekli sandalye yeni geldi. Bir demir yığını, kaynatılmış birbirine ve deri kumaşı yer yer yırtılmış dikişlerinden. Bilerek mi koymuşlar bunu yanıma halden anlasın diye? İlk kez camdan dışarı bakma ihtiyacı hissediyorum çünkü yanımdakini görmek ıstırap veriyor. Pencereye uzanıp açmak, tentürdiyot kokusunun tıkadığı genzime bu kez ben bir parça nefes saplamak istiyorum ama izin vermiyorlar. Kolu sökmüşler. Olur da sevinmeyelim diye aşağı bakarken düşmek yasak. Neyseki artık manzaram var. Askerler ve insanlar. Gri bir gökyüzü ve rengini çaldığı duvarlar. Bir kadın, anneme benziyor, genç ve zayıf bir oğlanın yanına oturmuş dizini sıvazlıyor. Onu gördükçe benim dizime bir sancı giriyor. El alışkanlığı, kalkarken örtüsünü başına çekiyor ve bir asker dibinde bitiyor. “Hastane sınırları içindesin.” diyor yüksek ihtimalle çünkü kadın korkuyla indiriyor tekrar. Hastane sınırları içindesin! Dünya, neresi senin sınırlarından uzak?
Haber
Yemeğimi getiren hasta bakıcı başka bir ihtiyacım olup olmadığını soruyor. "Yok," diyorum "Teşekkür ederim." Çıkıyor odadan ve onun arkasından hemşire giriyor. Başımdaki serumla ilgilenir gibi yapıyor ama anlıyorum, yemeğim bitsin diye bekliyor. Ağzımı silip elimle tepsiyi itiyorum.
"Çok bir şey yememişsiniz, hâlsiz düşeceksiniz."
"Canım istemiyor sağ olun."
"Size bir haber vermem gerek."
"Dinliyorum."
"Hastane yönetimi iletmemi istedi. Anneniz sabaha karşı beş sularında vefat etmiş, başınız sağ olsun."
Gözümün karardığını hatırlıyorum. İnsanın annesinin ölümü, bir başkasının ağzında ne de kolay cümle oluyor.
Gece
Acılar gece çözülür diyor şair. İrinler gece akar, sancılar gece başlar ıstırap nöbetine. Bağırıyorum ve çığlıklarım işliyor bu soğuk duvarlara. Yıllar sonra bir refakatçi beklerken hastasının başında, kafasını duvara dayadığında ardından sesimi duyacak kadar işliyor. Sonra narkoz ve uyutuyorlar. Artık düşünemem ve konuşamam. Düşünmemeli ve konuşmamalıyım. Tehlikeli olabilir ağzımdan çıkanlar. Kötülüklerini yüzüne vurabilir buradakilerin. Ne de olsa burası dünya, burası simetri hastanesi. İnsanlar yamuk pencereler nizami.
Dua
“Nasılsınız?” diyor başımda bir ses. Nasıl olmam gerektiği konusunda alternatif bir ruh hali sunar gibi. “Nasıl olmamı beklerdiniz?” diye yanıtlıyorum. Muhatabım elbette cevabımla ilgilenmiyor. Ben de biliyordum zaten sorusunun rutine bağlanmış bir lüzumsuzluk olduğunu. Kızmıyorum o yüzden ona. Onun işi bu. Her gün gelmek, tansiyonumu ölçmek, ilaçlarımı vermek, görünen yarama pansuman yapmak, elindeki dosyaya bir şeyler karalamak. Onun işi bu, diğer hepsi gibi: Düşünmeden yaşamak ve bu azılı dünyada bir başına kalmamak için bana da biraz daha vakit yazmak. Yazma.
İçime döndüğümden beri dışarıya küsüm. Artık bakmıyorum da camdan. Dua ediyorum, ya beni öldür ya bu işkenceden kurtar. Kimsenin görmediğini bana da gösterme, onların bilmediklerini bana bildirme. Yükleme omzuma bu yükü, onların dünyasında bana tek başıma yer verme. Ben bu rüyadan uyanalı çok oldu, artık narkozun bile tesiri yok üzerimde. Biliyorum bir gün biteceğini, biliyorum burası bir geçiş yeriydi. Şimdiye kadar yürüdüğüm yetmiş olmalı ki, bacağımı aldılar. Korkuyorum, şimdiye kadar düşündüğün de yetti diyecekler. Korktuğuma uğratma. Ya beni al ya da onları uyandır bu rüyadan.
Sobe
Duam kabul oldu. “Nasılsınız?” diye soran kadın ilk kez yıktı bugün tabularını. “Beni duyuyor musunuz?” diye sordu. Duymuyorum. “Beyefendi beni görebiliyor musunuz?” Görmüyorum. Telaşla çıkıyor odadan, doktoru çağırmaya gidiyor. O çıkınca gözlerim, odanın içinde, beton duvarlara çarparak birkaç tur atıyor. Bakışlarımı son manzaram olan -ne acı- beyaz tavan ve florasanda sabitliyor. Çocukluğumdan kalma bir cümle son kez beynimde yankı buluyor: Önüm, arkam, sağım, solum sobe. Saklanmayan ebe. Saklanmıyorum.
Oksijenin atmosferde oranı yüzde yirmibuçuk ve ciğerlerimin ondan alacak bir payı yok artık.