Görev: Hasan Bozdaş’ın şiirinin öyküleştirilmesi.
(Benimki mektubumsu günlük oldu.)
Oksijensiz Kalana Kadar
İnsanlar böylesi hastalıklıyken bunca kusursuzluk neden? Neden yatağın ayak ucunda masa olmalı, neden baş ucunda ille de bir çekmeceli komodin? Pencereler neden böyle dümdüz? Mimarlar, mühendisler ne kadar sıkıcı. Yeni hastane böyle mi yapılır Allah aşkına! Yüz yıl önceki gibi. Biraz farklılığa ihtiyacımız olduğunu ne zaman anlayacaklar! Bir de çelik tel koymuşlar pencereye, sanki atlayacağız… Komik. Biz dışarısını yok sayıyoruz hâlbuki. Daha kolay.
Çiçeklerimin solduğunu haber vermiş annem. “Üzülme Engin, yenilerini alırız.” diye yazmış. Üzülemedim. Ben yokum, sen yoksun nasıl yaşasınlar ki? Ama düşman değildik hani, arkadaş kalalım demiştin. İnsan arkadaşının çiçeklerini sular bence… Bir gün dağınık odama geri dönersem oksijensiz kalıp burayı anmam için bir sebep olacak. Uyduruyorum. Takılma. Anarşist ruhum devrede yine. Yarın kural sevici biri olup kırmızı ışıkta geçenlere hakaret edebilirim. Bugün böyle...
Ola ki yazdıklarım eline geçerse yalvarırım umursama. Ben sana yazdıkça günümden eksiltiyorum, başka bir anlamı yok. Hem gelmeni istesem söylemez miydim? Söylemem haklısın. Beni tanıyorsun. Sabah akşam hâlimi soran hemşireler (ikisi de dikkatimi çekmiyor, merak etme, merak etmezsin artık ama eskiden kalma alışkanlık) beni hiç tanımıyorlar. Sen sormadan her şeyimi anlardın.
Hastalıklarımdan bahsetmeyeceğim; sancımdan, dikişlerimden de… Sana sirayet etsin istemiyorum. Empati duygun o kadar gelişmiş ki okudukça hıçkırıklara boğulma ihtimalin… Neyse.
Biraz önce doktor geldi. Yazdıklarım yarım kaldı. Kalbimi dinledi. Gözlerine baktım adamın, anlamamış. Ne seni ne de başkalarını sayıklamış, saklamayı öğrenmiş kalbim. Önceden acıyarak bakıyorlardı bana hep onun yüzünden.
Yürüyüş yapmamı istiyorlar koridorda. Her gün soruyorlar: “Bugün yürüyüş yaptınız mı?” Dizlerimde derman yok, desem “Olmaz tabii, yatmaktan.” diyecekler. “Tamam, yürürüm.” diyorum. Ama bir hafta oldu hiç yürümedim. Koridor çok kalabalıkmış gibi geliyor. Sesler var. İnsan görmeye tahammülüm yok. Ölü mü demeliydim? Birimizin diğerinden farkı yok burada. Biz, bizi buraya teslim edenlerin canımızı aldığı maktulleriz.
Sen… Sen öyle değilsin. Dışarıdakiler başka olur zaten. Seninle tanıştığımız gün ne kadar farklı bir kız demiştim. Açık sözlü, tez canlı ve mesafeli duruşunla daha önce rastlamadığım biriydin benim için. Nasıl arkadaş olabilirim, diye epey kafa yormuştum. Kaç kez anlattım sana bunları… Ama unutmuşsundur belki. Bir hocamız hasta olmuştu. Geçmiş olsun hediyesini sen organize ediyordun. Belki de o hoca hastalanmasaydı biz o gün kantinde seninle aynı masada oturmayacaktık ve ben sürprizi bahane ederek sana mesaj atamayacaktım. Peki ben kimleri birleştirmek için bu oksijen tüpünden nefes dileniyorum?
Üniversite aşklarının genelde kavuşmayla nihayete erdiğini, çoğunun evlendiğini söylerlerdi. Neden bizden kimse ‘sonsuza dek mutlu yaşayanlar’dan olmadı? Herkes ayrıldı. Sezen’le Efe bile… Kız polis olmuş, oğlan alkolik. Duydun mu? Ne yakıştırırdın onları... “Boyları boylarına, huyları huylarına ne güzeller.” derdin. Değilmiş. Bizi de çok yakıştıran olurdu hatırlıyor musun? Sen alay edip “Deveyle cücenin nesi var yakışacak?” derdin. Nazara gelmiş olmayalım…
Bak içimdeki anarşist yarım sayfa olmadan sustu, geri kalanında anılarla yaşayan geleneksel bir dedeye döndüm. Yaşlanınca da hiç çekilmezmişim hakikaten. Ayrılmakla ne iyi etmişsin, kendin için. Benim için de tabii… Benim içim de… Benim içim ne? Sen demek ben demek. Dünyadaki oksijen oranı mı düştü, benim odamdaki mi? Oksijen maskemi takmalıyım.