Devam!

Fatma Ünsal

Eve Uzak, Allah’a Yakın, Birinci Gün:

-Kaç yaşındasın?

-Ne demek kaç yaşındasın? Görmüyor musun? Çok yaşındayım.

-Kafa kâğıdında, kafa kâğıdında. Bırak edebiyatı. Yaşın kaç?

- Yirmi beş. Oldu mu? Artık dünyanın en mesut insanısındır. Yahu sen ve türevlerin, bunun için mi yaşıyorsunuz? Yaşı öğrenme merakı, evli misin bekar mı merakı, çocuk var mı çocuk merakı, ayakkabı numaran kaç merakı.

-Tamam tamam sormadık say. Uzat ellerini. Uzat uzat. Tırnaklarını kesseydin bari.

Hasta bakıcı beni çok sevdi Zuhal. Tırnaklarımı hassaten. Onları yüzüne geçireceğimi sanıyor olmalı. Yoksa tüm sempatikliğiyle tırnak kontrolü yapmazdı. Yüzü zaten kanıyor. Yüzünün kanadığını görmüyor. Kıpkırmızı. Bu adamın kıyafeti neden yeşil Zuhal? Bu renk beni korkutuyor. Kırların yeşili, çamların yeşili, dağların yeşili, anamın yüzük taşının yeşili, gözlerinin yeşili. Bu renk, gözlerinin yeşili. Korkuyorum. Takılıp düşmüştüm hani onlara, ya yine düşersem?

Akşam yemeğine tuzsuz pilav getirdiler. Yağı da yok. Bari pişirme zahmetine de katlanmasalardı. Atlar gibi kütürdetirdim pirinçleri.

Eve Uzak, Allah’a Yakın, İkinci Gün:

-Nefes almakta sıkıntı yaşıyor musunuz hâlâ?

-Nef… Nefes... Al al alaah hhhh…

-Oksijen tüpünü getirin çabuk. Oranı ayarla, aç aç aç!

-Şimdi düzene girer.

-

-

-Evet şu an iyi.

Odada çok şey eksik Zuhal. Ne çiçeği olduğunu kestiremediğim o çiçeğin kokusu, hayalinin odada salınışı, anamın Hint dizisinin yedi bininci bölümünde bile kavuşamayan âşıklarının sesi. Çok önemli bir şey daha: oksijen. Odada oksijen yok. Varlığı var ama benim bedenime yok. Burun deliklerimden içeri buyur edemiyorum çünkü bana yok. Bilim adamlarının da hiç işi yok, atmosferde oranını bile araştırmışlar oksijenin. Yüzde yirmi buçuk. Burada yok. Bir gün abim beni dövmüştü de anam ağladığımı duymasın diye ağzımı iyice kapatmıştı. Beni yine abim dövmüş olmalı. Oksijenin atmosfere oranı yüzde yirmi buçuk. Bu cihaz, bu oksijen cihazı. Ne bunun adı? Tıp çok ilerlemiş Zuhal. Baksana, cihaz atmosfere kafa tutuyor.

Eve Uzak, Allah’a Yakın, Üçüncü Gün:

-Açayım mı televizyonu ha açayım mı? Bak bu saatte şenliklidir.

-

-Aç diyorsun yani öyle mi? Yahu Allah kafa vermiş, sallasana aç diyorsan. Sen ne nazlı çıktın birader? Hiç mi merak etmiyorsun kim kimi boğazlamış? Hiç mi merak etmiyorsun tuttuğun takımın hâlini he? Yok, bak bakayım bana, sende takım tutacak tip de yok.

-

-Haa nasıl cevap vereceksin ağzında oksijen borusuyla? Desene yahu çıkar diye. Dur dur iki dakika çıkarmakla bir şey olmaz.

-hhhhhhhhhhhhhh

-Hah şöyle, de bakalım bura dursun mu?

-hhhhhhhhhhhhhh

-Desene bu kanal dursun mu?

-Nef…..hhhhh

-Tamam tamam dursun hadi yorulma.

Bu hasta bakıcıyı sen mi ayarladın Zuhal? Her geldiğinde beni öldürmeye çalışıyor. Nefessiz bıraktı beni. Hayatım gözümün önünden film şeridi gibi geçmedi. Dümdüz ölmekti geçen. Kim uyduruyor böyle şeyleri? Şairler değil mi? Öldüremeyeceğini anlayınca, yılışık suratına gülümseyişini yapıştırıp çıktı gitti. Sonra odayı temizlemeye geldi biri. Odayı temizledi. Paspasla odayı temizledi. Bundan emin değilim. Ya da odayla paspası temizledi. Elindeki fısfısı sıkıp yalandan tozunu aldı etrafın kabaca. Her şey iki dakikada nizami. Perdeleri çekti özenle. Perdeler neftî. Yeşilin en güzeli. Simetrisi yerinde bir pencereden gün ışığı doldu odaya. Işık, gökten birisi tarafından fırlatılmış bir ok gibi. Tüyden oklar gibi. Başımı o yana çevirdim. Dışarıda serviler, akasyalar. Dallarının bir kısmı gözüküyordu. Gök ne kadar mavi. Emindim ki çimenler simetrik ve yeşil. Hasta bakıcılar tek renk kıyafetli, doktorlar, hemşireler de öyle. İnsan bu kusursuz simetride mutlu olmalı Zuhal. Ayağa kalkabilseydim, bu yapay bahçede, bu kusursuz çimlerin ortasında eğreti çalılar gibi sıralanmış, sıra sıra dert çeken hastaları ve onların yakınlarını görseydim. Bu fikrimden belki vazgeçerdim.

Seviyorum Zuhal. Seni. Seni değil, senin o rüzgârlı havada gördüğüm ilk hâlini. Ressamlardan Dali’yi. Simetrik olmayan her şeyi. Şayet varsa bir düzen, ona kafa tutan her şeyi, her şeyi seviyorum. Beni ”Anarşik oldun sen!” diye döverdi babam. Babamın döverkenki rastgeleliğini. Dağınık saçları. Bir posta dayak da dağınık sakallarımdan sebep yemiştim babamdan. Evet, dağınık sakallarımı. Durağan olmayan havaları. Ortalığı katıp karıştıran fırtınayı. Dağınık hâlde koşan yılkıları.

Nizamilik, riyakârlığa atılan imza gibi Zuhal. Bakıyorsun kusursuz binalar. Bakıyorsun, ütülü kıyafetleriyle bir kadın, parfümü bile nizamilik kokuyor. Tamam tamam ya da bir adam- feministleri kızdırmayalım.- Aldanıyorsun. Diyorsun ki vay ki ne vay, bu olsa olsa entelektüelliğine entelektüellik katmaktan geliyor olmalı. Hâlbuki elleri kanlı, kalp çıkarmış belli. Ya da bir orkestra düşün Zuhal, deniz dalgası gibi aynı anda yükselen. Sonra sakinleşen aynı anda. Şefin her birine seslendiği, büyük bir ciddiyetle enstrümanına yoğunlaşmış müzisyenleri. Ama boğuyorlar birilerini. Kementlerini takmış, boğuyorlar işte.

Anla ki insanlar yamuk, pencereler nizami Zuhal. Şair öyle demişti, inanmak düştü bana. Zaten beni ancak bir şair kandırabilir. Bir de. Sen değil.

Eve Uzak Allah’a Yakın, Dördüncü Gün:

-Nabzı bugün çok hızlı Doktor Bey.

-Normal. Dün bir ara oksijen sıkıntısı yaşamış. Nasıl oldu bu? Siz kontrol etmediniz mi?

-Ben odaya girdiğimde cihaz yerindeydi ve normal seyrinde çalışıyordu. Ama televizyon açıktı. Hasta bakıcı gelmiş olmalı.

-Kim bu hastanın bakıcısı?

-Süleyman Tuna.

-Odama gelsin. Şu serumu hazırlayıp verin. Kalbi sakinleştirelim biraz. Ameliyat öncesi böyle olmaz.

Babamın bana aldığı ilk saati hatırlıyorum Zuhal. Mavi kordonunun üstünde Tsubasa vardı. Ara ara da futbol topları. Futboldan hiç hoşlanmadım Zuhal. Babam bana o saati getirdiğinde, dünyanın en güzel şeyini almış gibi demişti: “Bak bak hem de futbol topu var, hem de Tsubasalı. Baksana len, sevmedin mi? Satıcı bunu erkek çocukları çok sever dedi diye aldım.” Yüzümü seviniyor gibi yapmıştım. Babam benim ilk tiyatro eğitmenim Zuhal. Sevindiğime inanmıştı. Sonra kordonunu boyamıştım saatin. Notalar çizmiştim. Tsubasa’nın uçarı yüzü, notalarla dolmuştu. O saati tam iki yıl kullandım. Hep geri kaldı. Sanki bana ayarlıydı dakikaları. Ben de geri kaldım. O durdu ben durdum. Sınıfta kaldım. O çalıştı ben çalıştım. Nabzımı mavi kordonlu saatin kaderine ayarlamışlar Zuhal.

Ne tuhaf. Bana gelen saatler hep bozuktu. Dedemin kösteklisini vermişti nenem. İki saat çalışırsa üç saat dinlenirdi. Saat tamircisine götürdüm bir gün. “Bu,” dedi, “ömrünü dedenle tüketmiş. Tamir etsem bile üç saat çalışırsa bir saat durur” Olsun dedim, sen yine de yenile. Dünyada zaman böyle bir şey mi? Bir soluklanayım hele diyen vakitleri yok mu dünyanın? Yok. Farz et ki deli bir taydır zaman Zuhal. Endazelere gelemeyen deli bir tay. Dehhaa! dendiği yerde koşmaya başlamış, sona doğru koşan, koştukça şahlanan. Kendisi hiç yaşlanmayan ama geçtiği yerlerde çiçekleri ve insanları solduran gece siyahı bir tay.

Tay benim yanımdan geçerken sendeliyor Zuhal. Ayağı takılır gibi oluyor. Kalbim şahit. Taksimetresi bozuk, gündüzken gece tarifesi açık bir taksidir benim kalbim. Tüm bozuk saatlere ayarlı.

Eve Uzak Allah’a Yakın, Beşinci Gün:

-Hayırlı sabahlar, nasılsınız?

-Daha iyi günlerim olmuştu, desem çok mu artistçe olur?

-Heh heh heh, olsun olsun. Zaten artist gibisiniz maşallah. Sizin eski bakıcıyı şutlamışlar. Şey yani yollamışlar. Süheyla benim adım.

-İsabet olmuş. Öldürecekti beni neredeyse.

-Ben öldürmem kimseyi korkmayın. Böyle yapılı olduğuma bakmayın. Kemiklerim iri. Eee hasta bakıcıysan da bu şart.

-

-Ee nerelisiniz bakalım? Bekarsınız zahir, alan çıkmadı mı sizi? Yalnız yaşınızı geçirmeyin pek, erkek kısmı yaşı geçince kısmetleri elli elekten geçirir ha bakın bizim bir Rüştü vardı sizden yakışıklı olmasın eli yüzü düzgün de bir adam yok saçı kısa yok gözü niye kara yok bunun mesleği şöyle anası cazgır babası müteahhit diye diye evde kaldı ha demedi demeyin bak benden bir abla nasihati kalırsınız evde sizin kalp kapakçığında mı sorun varmış değiştirirler değiştirirler olsun önemli tabii ameliyatınız önemli ama olsun Allah’tan ümidi münafıklar keser sizin bu doktor çok mahir adam eline geçen hastayı iyice kesip biçer sonunda düze çıkarır tabii canım….

Yeni bakıcı kadın tam kırk beş dakika anlattı Zuhal. Artık onu yüzüme yakın tanıyorum. İri koca gövdesinde küçük bir kafası var. Saçları sıkıca toplu. Yüzü tombul ve gergin. Hep gülüyor. Zayıf olmadığı için gülüyor. Teşhisimi koyup da çıktı. Kalbim tekleyene kadar yaşayacakmışım.

Ameliyata iki gün var. Ziyaretçi kabul etmiyorlar. Mikrop kaparmış hastalar. Zaten tüm hastalıklar stresten ve mikroptan. Anam geldi bugün ama. Babamın işi varmış. Zar zor izin almış da bahçede buluştuk. Süheyla Hanım çıkardı bahçeye tekerlekli sandalyeyle. Şenlikli yüzüyle anneme emanet etti beni. Çok sarsmayın, kalbi zıplamasın diye de espri yaptı. Annem havadan sudan bahsetti. Babamın bahsini hızlıca geçti. Nemlenen gözlerini eşarbının ucuyla sildi. Odamı sordum. Her sabah elimi saçlarında gezdirdiğim fesleğeni. Küpe çiçeğini. Kalanşoyu. Ölmüşler, tek nefeste söyledi. Sesi hiç titremedi. Devam etti. Bense orada kaldım, tay işin bu yerinde geldi nefeslendi. Duydum. Demek öldüler. Sahibine ayarlı çiçekler, demek önden gittiler. Sevindim.

Tay devam etti de zaman aktı Zuhal. Yoksa çiçeklerimin ruhuna yakın olacaktı ruhum. Anam kalbimin tam dibinde oturdu gidene kadar. Tepemizdeki ağacın yaprakları hışırdadı. Yaprak seslerini beğenmiş olmalı ki yüzünü yukarı çevirdi de tebessüm etti. Kalbimin zayıf atışlarını duymadı. Ne kadar naçarız Zuhal, bir el uzatımı kadar yakın olup nasıl da eczasız kalıyoruz. Anam misal, kalbime eğilseydi, dinleseydi dertlerini, öğüt verseydi ona, üzme oğlumu ha çalış bakayım, deseydi. Kalp, kadim vazifesi olan söz tutmaya halel getirmeyeceğinden tıkır tıkır çalışmaya başlasaydı. Eğilseydi kalbime, ver o yüklerinin birazını bana deseydi. Güldürdüm mü seni?

Kimselere demedim Zuhal. Demedikçe tekledi kalbim. Hiçbir yükünü kimsenin sırtına yüklemedim kalbimin. Senin bile adını vermedim. Kimseye.

Tekliyor diyorlar. O kadar. Tüm bildikleri bu hakkında.

Tay burada nefes aldı yine. H.Marcuse, toprağı bol olsun, mezar taşına şöyle yazdırmış: Weitermachen/ Devam!

Taya ”weitermachen!” de Zuhal.

Yoksa.

Sobe.

(Hasan Bozdaş’ın Simetri Hastanesi isimli şiirinden esinlenilmiştir.)