Kün-Togdı, Sobe

Alime Büşra Hamzayev

Konu: Şiir Öyküleme (Hasan Bozdaş-Simetri Hastanesi)

Kün-Togdı, Sobe

“Neden düştün buraya?” kendisi de aynı sebepten gelmemiş gibi sordu, yeni gelen arkadaş. “Olanları söylediğimden.” dedim, bilmemezlikten gelerek. “Sen de mi?” dedi hüzünle başını eğerek. Oturduğum gri kumaşı yırtılmış sandalyeden kalkıp ocağın üstündeki çaydanlığı tuttum. Çaydanlığın üzerinde görünen O’na bakakaldım. Hâline üzüldüm mü, bilmiyorum. İnsan fark edilişlerle kaybediyor bazı şeyleri. Bazen fark etmemek daha huzurlu bir yaşama yol açıyor. Zanlar, besliyor özgürlüğü. Derin bir iç çekip çay doldurdum. “Buyur, bütün fark edişlerin üzerine bir çay her zaman iyi gider.” dedim. Tebessüm etti.

Buradan, virane pencereden dışarı bakmak bana her zaman iyi geldi. Bu yüzden sandalyemi pencereye doğru çevirdim. “Dışarısı yok gibi yaşamalısın. Yoksa akıl sağlığını koruyamazsın.” dedim. “Dışarısı yok gibi yaşarım peki ya içimdeki yaralar.” Böyle söyleyeceğini biliyordum. Yine derince bir iç çekip “Yaralarını iyileştireceksin. Kesiklerini dikeceksin.” dedim. “Umutla mı?” dedi. Evet anlamında başımı salladım. Çayımdan bir yudum aldım. Zevk almak bu kadardı işte. Anlık bir huzur. Gözlerimi dikebildiğim en uzağa kadar götürdüm. İnsanları düşündüm. Bizden uzakta ama bir o kadar da yakınımızda olan insanları. Kurdukları düzen için oluşturdukları çıkarları, zevkleri üzere bina ettikleri kıytırık dünyalarını. Sistem içindeki yamukluklarını. Hepsi her şeyin farkındayken oturduğu koltuğun markası değişir diye ardında gizlendikleri tebessümlerin doğurduğu iğrenç samimiyetsizlikleri düşündüm. Sonra acıdı gözlerim. Kapattım. Başımı arkaya yasladım. Aklıma bir şiir geldi o anda “Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör.” Nasıl olacaktı? Ben bunu düşünürken zil çaldı. “Görevliler aylık alışverişi getirmiş olmalı.” deyip dış kapıya doğru çıktım. Görevli beni görünce elindeki torbaları bırakıp uzaklaştı. Görevlilerin bizimle konuşması yasaktı. Yıllardır tek başıma kaldığım şu koca harabede özlemediğim tek şeydi insanlarla sohbet etmek. Fakat sonunda benim gibi biri daha gelmişti. Bakalım o bu yalnızlığa ve umutsuzluğa dayanabilecek mi? Torbaları üstlendim, götürdüm mutfağa. Yanıma geldi. Ben de:

-Sahi adın ne senin? Tanışmadık da henüz.

-Hüsrev.

-Ben de Gündoğdu. Memnun oldum.

-Ben de, oldukça.

-Evli miydin? Yalnız mı yaşıyordun, anlat bakalım.

Ben paketleri yerleştirirken o anlatmaya başladı. “Evli değildim. Yalnız yaşıyordum. Üniversiteden sonra kendimi yakın gördüğüm, duruşunu benimsediğim bir yerde işe başladım. İşte, işe başlayalı da dört dört buçuk yıl olacaktı. Muhasebeciydim. Her gün metroda saatlerce sıkış tıkış gidip geliyordum. Bu hengâmede huzurla, adaletle iş yapacağım diye kendimi ayakta tutarken insanlar beni bir bir şaşırtmaya başladı. Şirketin başı değişince önce işçileri değiştirdiler. Ben bilmiyormuşum. Zaten bir sülaleden oluşan şirket şimdi başka bir sülaleye geçiş yapıyordu. Eleman alınırken komitenin arasında ben de vardım. Abi var ya aklın hayalin durur. Daha doğru düzgün iki cümle kuramayan insanları, nınısının eşi, dostu diye sorgusuz sualsiz işe aldılar. Yazılı sınavdan 90 alan adam mülakatta ne hikmetse 60'larda kaldı. Belli, yazılı sistemin içinde de bir sistemsizlik var, bunun dışına da çıkmıyorlar ama abi vallahi öyle güzel kabullenmiş ki herkes, kimse bu oyunu bozmuyor.”

-Bozan da buraya geliyor işte.

-Aaaynen öyle, abi. İstedikleri her şey bu kadar kolay olurken sistemi bozanları öldürmek yerine niye buraya tıkıyorlar ki?

-Başları ağrır. Bizim ölümümüze haklı bir gerekçe yazana kadar ölmeyeceğiz. Haklı bir gerekçe olmayınca kâğıt üzerinde bozulmalar olur. Bu da bütün sisteme mal olur. Yahut sırf ses çıkardık diye öldürülürsek diğerlerini uyandırmış olurlar ve çok iyi biliyoruz ki bunu asla istemiyorlar. Hadi bunu bırak şimdi. Masayı hazırla, bir şeyler yiyelim. Daha konuşacak çok vaktimiz var.

“Tamam abi.” deyip tabakları masaya çıkardı. Ben de tencereyi çıkarıp ocağa koydum. O ısınırken salata yaptım. İkisini de masaya koyup, oturdum.

-Görüyor musun, zaten sığamıyordum şu masaya şimdi iyice sıkışacağız.

-Nasıl yani abi, masa yeterince büyük.

-Olur mu! Baksana her yanında bir izim var. Her günkü iç konuşmalarım, acılarım, umutsuzluklarım. Bizden çok onlar yer kaplıyor. Elimi değsem bulaşacak diye korkuyorum. Dokunamıyorum bu yüzden her yerine. Sen, henüz bilmezsin yalnızlığı. Yalnızlık öyle sigara dumanına satılan yirmi buçukluk oksijenlerde değildir. Kaybettiğin acıların şiirlerinde boğulmak hiç değildir. Yalnızlık, söyleyecek onca şeyin varken duyacak bir kulağın olmamasıdır. Yalnızlık; her gün alışılmış nasılsına değil, sahici bir nasılsına ihtiyaç duyacak kadar kendinde kalmaktır. Samimiyetle elini sırtına koyduğunda ve arkanı döndüğünde olacaklardan korkmayacağın birine duyulan özlemin getirisidir. İnsanın insana ihtiyacı var Hüsrev. Fakat sahici, samimi bir insana. Şimdi sana nasılsın desem ne dersin?

-İyiyim sen nasılsın, derim abi işte klasik...

-Klasik işte, samimiyetsiz. Benim karşı çıkıp geldiğim. Ellerime bak Hüsrev, taşıyor kalbimde tutamadıklarım. Sen gelmeseydin ne kadar daha dayanabilirdim bilmiyorum. Her sabah kalkıp bu düzeni nasıl değiştirebilirim diye düşünmekten kafayı yiyordum. İntiharlardan oldum olası nefret ettim. Anlamayacakları bir şeyleri anlatmanın yolu intihar değildir. Buna her defasında şahit olduk dünyada. Ortadoğu'da ise en büyüğünü gördük. Yıkım yıkımı getirdi. Bunun için hep geri durdum pes etmekten, mücadele etmemekten. İnanıyorum, kalbimin taşıyamadıklarını bir gün salacağım yeryüzüne ve göreceğiz nasıl değişecek asla değişmez dediklerimiz.

-Abi valla doğru diyorsun. Sen geleli kaç ay oldu.

-Sekiz yıl olacak.

-Oooo ne diyorsun abi nasıl dayandın, hem de tek başına?

-Her sabah kafa yeme seanslarından sonra derin bir nefes alıp inancımı tazeledim. Güzelce kahvaltımı yaptım. Hava güzel oldukça avluda vakit geçirdim. Yalnızken yapacak çok şey yoktu. Kendi kendime konuştum. Kitaplar getirdiler okumam için. Getirdikleri kitaplar hep tekdüzeydi. Kendi pencerelerinin ürünüydü. Bir süre sonra okumayı bıraktım. Ben de aklımda kalan bütün şiirleri öyküleştirdim, yazdım bir bir. En güzeli de bu olacak sanırım. Çünkü ilk defa iki karakterli bir öykü oluyor.

- Hangisi abi?

- Şu an içinde oynadığımız. Yazdım derken, kafamda yazdım Hüsrev. Kağıt kalemle değil. Tanrının bize yazdığını, kendi gördüğümüz kadarıyla yazıyoruz. Hepimizin bir hikayesi var öyle ya Hüsrev. Yeter ki tekdüzeleşmesin.

- Bu dört duvar arasında nasıl tekdüzeleşmesin abi?

- İnsan, Tanrı izin verirse her şeye muktedirdir. Delirir diye düşünüyorsun. Evet doğru ama insan hangi yola girerse Tanrı o yolu açar kişiye. Her şey bir tercih değil ama istektir. Doydun mu?

- Evet abi.

- Gel seni gezdireyim sonra toparlarız burayı.

- Tamamdır abi.

Karanlık koridoru geçip bahçeye çıktık. İlk önce çiçekleri gösterdim. Renklerine göre diktiğim çiçekleri gösterip bir bir anlattım. Sonra seraya götürdüm. Yetiştirdiğim sebzeleri gösterdim.

-İyi ama abi bu kadar çok şeye nasıl yetiştin? Bunlar senin için çok değil mi? Hem bütün bunlara nasıl izin verdiler?

-Çok çabaladım. Tek amacım onlara asla boyun eğmemek. Onlar her zaman pes etmeni istiyor. Buraya geldiğimde kendimi bıraksaydım, intihara kadar giderdim. İnsan kafayı yiyor, doğru. Fakat öleceksek bile diğer ölülerden bir farkımız olmalı. Hem dua ettim hem çalıştım. Düşmemek, hastalanmamak, muhtaç kalmamak için çalıştım. Bir kağıda yapmak istediklerimi yazdım, gelen her görevliye verdim. Dördüncü yılın sonunda bana tohumları ve malzemeleri verdiler. Bütün planı kendim kurdum. Ben farklı türler yetiştiriyorum. Yetiştirdiklerimi belirlediğimiz bir alana belirli gün ve saatte bırakıyorum. Onlar da belirlenen saatte alıyorlar. Benim bir kârım yok. Yani onlara göre. Onlar benim üzerimden kazanıyorlar. Burada yok olup gideceğimi sanıyorlardı ama istedikleri gibi olmadı. Şimdi de işlerine yarıyorum. Zaten dışarıda da böyle değil miydi? Sesin çıkarsa sevilmezsin. Sesin yokken çok iyisin.

-Evet abi sahiden öyle.

-Bak benim bazı huylarım oluştu tek yaşamaktan. Çiçeklerle, ağaçlarla çok konuşuyorum hatta duvarlarla daha doğrusu etrafında görebileceğin her şeyle. Denk gelirsen korkma sakın. Biz de bu kadar sağlam kalabildik, ne yapalım Hüsrev. İster deli de ister fazla akıllı.

-Abi bence bu durumda sen çok çok iyisin. Umarım ben de senin gibi güçlü kalabilirim.

-Umarım.

(3 yıl içinde, burada sekiz kişi oldular. Gündoğdu herkese motivasyon sağladı. Konuşmalar yaptı. Pes etmemeleri için elinden geleni yaptı. Burada farklı türleri oluşturdukları bir sera fabrika oluştu. Ne kadar gizlense de bazı araştırmacılar bu insanların varlığından haberdar oldu.)

- Gündoğdu abim! Bugün buraya yıllar sonra dışarıdan insanlar gelecek.

-Öyle. İçimizdeki kesikler nihayet dikildi Hüsev, gördün mü? Biz kazandık. Adalet kazandı. Bir gün yine bozacaklar teraziyi, eminim ama hep bir kıvılcım çıkacak tozlardan. O biri uyandıracak uyandırılmayı bekleyen birçoğunu. Yalnız, Hüsrev ben bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum. Belki de o gün bugündür. Görevi bitince saati durur insanın.

-Abi öyle deme kalp bilir nerede duracağını. Yorulmuşsundur, çok çalışıyorsun. Bak geliyorlar.

İki araba dolusu takım elbiseli adam geldi. Yanlarında güvenlikçilerle girdiler bahçeye.

-Namıdiğer Gündoğdu bey siz olmalısınız. Nasılsınız efendim?

Bu samimiyetsiz soruları duymayalı çok olmuştu. Usul gereği:

-İyiyim teşekkür ederim. Fakat sahiden merak ederek soruyorum siz nasılsınız, nasıl hissediyorsunuz?

-Çok teşekkür ederim efendim. Bu sorunuz beni çok mutlu etti. Alışılmışın dışında merak edildiğini hissetmek güzelmiş.

-Burada her şey olması gerektiği gibi, oldukça insancıl. Burada referanslar altına gizlenen listeler yok. Adaletsizlik yok. Burada insanlar yamuksa çerçeve de yamuluyor. Bizi düzelten sistem değil. Sistemi düzelten de bozan da biziz.

Başımı Hüsrev’e doğru çevirip, “Hüsrev bir sancı geliyor. Ellerim de yanıyor kalbim de. Kalbimde tutamadıklarım döküldü birden dilimden. İyi hissediyorum ama saatim geldi sanki Hüsrev. Baksana ölüm kaybolmuyor doğada.” Hüsrev koşarak beni tuttu. Kalbim gittikçe yavaşlıyor ve ben huzura eriyor gibiydim. Ayaklarımdan başlayan bir hisle canım kesiliyordu. Görevim tamamlanmıştı, anlamıştım. Hüsrev ıslak gözleriyle bana bakıyordu. “Giderayak hüznünü iliştirme bana.” dedim zorla. Tebessüm ederken gözlerim kapandı. Kalbimin taşırken yorulduğu, duvarlara, yemek masasının her bir yanına iliştirdiklerimden kurtulmuştum. Kulağımda beni diğer cesetlerden ayıran o sesle erdim huzura. “Sobe.”

Alime Büşra İnce