2016 senesinin baharında vücudunun beceriksiz olduğunu öğrendi. Lise üçüncü sınıf öğrencisiydi. Saat 15.40, son ders zili çaldı. Hızla sınıftan çıkıp merdivenlerden indi. Okulun dış kapısında çocukluk arkadaşı olan Yasin’i beklemeye başladı. Yasin’le aynı mahallede büyümüşlerdi. Aynı mahallede ilk-ortaokula ve liseye gitmişlerdi. Hava hafiften esiyordu. Gri bulutlar toplanmış, yağmurun geleceğini haber ediyorlardı. Bu şehirde yağmur sadece bahar aylarında yağardı. O yıl bol yağmurlu geçmişti. Yasin’in gelmesiyle halı sahanın yolunu tuttular. Yağmur başlamıştı. Gökyüzü olacakları biliyormuş gibi hüngür hüngür ağlıyordu.
Batuhan ıslanmaktan çekinmezdi. Zaten ıslansa ne olacak ki? Evi yakındı gider değişirdi. En fazla annesinin endişeli söylenmelerini dinlerdi. Sırılsıklam oldular. Yağmur şiddetle yağarken bizim çocuklar hâlâ top koşturuyorlardı. Batuhan özgür hissediyordu. Koşuyor, ıslanıyor, düşüyor, çamurlara bulanıyordu. Ama yaşıyordu özgürce... Koşmak en güzel eylem. Bazen kaçmak için bazen ulaşmak için koşmak, yaşamak için koşmak. Uçabilme hayalinin verdiği duyguyu koşmak da veriyor gibi. Keşke hep koşabilseydi Batuhan. Kaçabilseydi, yaşayabilseydi.
Hava kararmaya başlayınca evlerine dağıldılar. Batuhan bahçenin kapısını açtı. Erik ağacına göz attı. Birkaç haftaya toplanması gerekecekti. Evin büyük erkek çocuğu olmasından ve uzun boyundan dolayı bu iş ona düşüyordu. Eve girdi. Annesi sobayı yakmıştı. Bahar aylarında da soba yakılırdı bu şehirde. Ne çirkin bir şehir; içinde doğanı yutuyor gitmesine izin vermiyordu, gittiğini zanneden de ayağındaki zinciri göremiyordu. Batuhan gidebilecek miydi bu şehirden? Bu sorunun cevabını bilmiyordu. Kız kardeşi odanın bir köşesinde lise sınavı için hunharca çalışırken, evin küçük oğlu televizyon başına kurulmuş, çizgi filmini izliyordu. Üstünü değiştirdikten sonra içindeki titreme geçsin diye sobanın yanına kıvrıldı. Uykulara daldı. Son kez korkusuzca uykuya daldı. İçerisi sıcaktı, terliyordu ama içi bir türlü ısınamıyordu. Annesi seslense de bir türlü ağzını açıp cevap veremiyordu. Tekrar daldı. Gözlerini tekrar açtığında babasının kucağındaydı. Şaşırmıştı. Babasıyla arası pek iyi değildi. İnmek istese de çırpınamadı. Tekrar uykuya daldı.
Gözlerini açtığında beyaz bir tavanla karşılaştı. Şaşırdı, evlerinin tavanı rutubetliydi, bu kadar beyaz ve ferah olamazdı. Kıpırdanmaya çalıştı, mecali yoktu sadece su isteyebildi. Annesi yanına koştu. Bir yandan ağlıyor bir yandan kızıyordu. “Yağmurda top mu oynanır?” Batuhan gülümsedi. Özür dilemeye mecali yoktu. Annesine ne zaman eve döneceklerini sordu. Doktor tahlil sonuçlarının çıkması için bekletiyordu. Odaya babası girdi. Pek konuşmadıkları için birbirlerine bir şey demediler. Babası sadece gözleriyle hâlini kontrol etti. Uyandığı için babasının içi biraz rahatlamıştı. Hastane odasında sessizce beklediler. Annesinin ağlayışı, hastanenin kokusu, beyaz ışık, beyaz duvarlar Batuhan’ın başını iyice döndürüyordu. Bu boğucu bekleyiş doktorun odaya girmesiyle son buldu.
Doktorun iyisiniz biraz dinlendikten sonra gidebilirsiniz demesini bekliyorlardı ama öyle olmadı. Sonuçlara göre Batuhan’ın kemik iliği yeterince trombosit üretemiyormuş. Önce ne demek olduğunu anlayamadılar. Doktorun bunun kan kanseri olduğunu söylemesiyle şokun oluşturduğu sessizliği, annesinin feryadı yırttı. Batuhan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi sadece sustu annesini teselli etmeyi denedi. Babası annesini sakinleştirmeye çalışırken doktora döndü. Babasının gözlerinden o soru okunuyordu. Tedavisi var mıydı? Doktor, Batuhan’ın ailesine henüz hastalığın ilk aşamada olduğunu, tedavinin mümkün olduğunu belirtti. Batuhan hâlâ izliyordu. Sanki başka birisiydi odadaki başka bir aileydi. Anlayamıyordu. Zaten her şey çok hızlı gelişmeye başladı. Hastaneye yerleşti. Koşmak, kaçmak isterken hayat onu başka bir mahkûmiyete itmişti.
Tedavi ağır geçiyordu. Düşündü, tüm okul öğrenmiş miydi? Öğrenmişti. Mahalleden birçok arkadaşı daha aynı liseye gidiyordu. İnsanlar çok şaşırmıştı. Şehrin kentsel dönüşüm canavarının el değmedi bir mahalleydi. Herkes bilirdi onu. Çok güzel gülerdi. Kimseye kötü sözü olmamıştı, kimse de onun için kötü bir şey demezdi. Gözleri çok farklıydı cesur bakardı, cesur gülümserdi. Yargılamayan, çekinmeyen gözlerindeki bu denli dürüstlük ve şefkat sarsardı insanları. Çok arkadaşı vardı, zaten herkes de severdi onu. Peki bu hastalıkta n’olacaktı arkadaşlıklara? Bilinemedi. Fakültenin çocuk hastanesinde kalıyordu. Odasını kendisi gibi kanser olan küçük bir çocukla paylaşıyordu. Bu hastane yedi yıldır kullanımda olduğundan odalar çok eski değildi. Zaman geçtikçe hastanede arkadaşlar edinmeye başladı. Bunun ne kadar acı verici olacağını sonradan anladı. Hastanede yatış süresi uzadıkça edindiği arkadaşları ya iyileşip gidiyorlardı ya da ölüyorlardı. Her şekilde arkada kalıyor oluşu, yaşam ile ölüm arasındaki bu bekleyişi ona ıstırap veriyordu.
Zaman niye bu kadar oyunbazdı? Yaşayamadığı bu sürede nasıl olur da yetişemezdi? Neydi zamanın bu hilesi? Geceleri hastaya sormak lazım demişler ne kadar doğru. Batuhan bazı geceler nefes alamazdı, onu oksijen tüpüne bağlarlardı. Bitmek bilmez bu gecelerde en çok şunu merak ederdi: “Bu gecenin sabahı olacak mı?” Daha kötüsü ise kendisinin hasta olmadığı, oda arkadaşının sancılı geçirdiği gecelerdi. Korkuyla beklerdi o gecelerde sabah olmasını. Sessizce dinlerdi oda arkadaşının ölmek istemiyorum feryatlarını. Ürperirdi, çığlık atarak ağlamak isterdi ama yumuşak huylu ve nazik bir insandı, yapamazdı. Ailesini daha da üzmek istemezdi. Nazik gülümsemesini eksik etmezdi. Hastalık şeytanı her geçen gün sırtına biraz daha biner, gözlerini biraz daha karartır ve kulağına fısıldardı ölümü.
Batuhan hastalıkla mücadele ederken bir yandan da okulu bitirmesi için uğraş veriyordu dışarıdaki insanlar. Komik bir durumdu. Batuhan’ın geleceğini planladıklarına göre onun ölebileceğini hiç düşünmüyorlardı. Ölümle dans ederken okulu kesinlikle boşlamamalıydı. Diğerlerinden geri kalmamalıydı. Annesinden öğrendiğine göre erik ağacı kurumuştu, sevindi erikleri toplaması gerekmeyecekti. Aylara yayılan bu süreçte değişmeyen tek surat her sabah başına gidip sanki bilmiyormuş gibi “Nasılsın?” diye soran hemşireydi. Başından ayrılırken de akşama geleceğini haber ederek zamanını uzatırdı. Tüm işi buydu bıktıran bu suratın. Aylardır her köşesini ayrı ezberlediği bu oda ne kadar da düzenliydi. Asla eşyaların yeri değişmez yeni bir şey gelmez, içinden bir şey çıkmazdı. Değişen tek şey hastalardı. Hastane hazır bir oyuncak paketti de sanki veledin biri oyuncaklarını parçalayıp atınca annesi düzeneği tekrar kuruyor gibiydi. Nefret ediyordu bu çarpık düzenden. Yine de nazik gülümsemesini eksik tutmuyordu.
Günler böyle geçerken arkadaşları ziyaretine geldi. İçinde oluşan duygu buruk bir sevinçti. Yüzünde nazik gülümsemesiyle birlikte serumunun asılı olduğu değneğe tutunarak odasından çıktı. Koridorun sonundaki cam kapıya vardı. Bu cam kapıyı geçemezdi. Maskesini indiremezdi. Arkadaşlarını gördü kapının ardından, kimisi ağladığını saklamak için duvarın arkasına sığındı. Batuhan fark etmemiş gibi davrandı, gülümsemesini korudu. Saklayamazdı dökülen kaşlarını, saçlarını, kirpiklerini… Çok kilo vermişti, dik durmaya çalışsa da ayakta zor durduğu belliydi. Uzun, heybetli vücudundan kara saçlarından, kaşından, kirpiğinden geriye ne kalmıştı? Nazik gülümsemesi… Peki ya gözleri? Eskiden cesur bakan o şefkatli gözlerin güzelliği eksilmese de içine korku girmişti. En azından bunu saklamaya çalışıyordu. Ne konuşacaktı ki arkadaşlarıyla? Ne yaptınız mezun oldunuz mu? Hava nasıl? Son dedikodular ne? Okul maçları ne oldu? Nasılsınız? Bunları sormak aptalca geliyordu. Ama hastalıktan, ölümden konuşmak da yasaktı. Bilemedi ne diyeceğini, sadece gülümsedi ve arkadaşlarına baktı. Hepsi dik duruyor, gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Yaşam insanlarda böyle gözüküyordu demek ki. Daha fazla izleyemedi. Hemşire geldi ve onu götürdü. Görüşürüz demek istedi arkadaşlarına, diyemedi. Zihninde hüznünü paketleyip sakladı, ölümün olduğu rafa koydu. O gün akşama kadar uyuşuk durdu. Hemşireler yanına gidip arkadaşlarının ziyaretinin ardından mutlu olduğunu tasdiklemeye uğraşıyorlardı. Diyemedi üzüldüğünü yine nazikçe gülümsedi.
Yasin, hayatının büyük bir kısmında olduğu gibi bu süreçte de onu yalnız bırakmıyordu. Yasin’in sivri dilinin altındaki merhameti bildiğinden onunla geçen zaman hastalık şeytanını yanından defediyordu. Zaman geçtikçe bu hastalığın ondan aldıklarının yanında getirdikleri de olmuştu. Bu süreçte ailesi de kendisiyle birlikte yıpranmıştı. Bunu belli etmeseler de Batuhan görebiliyordu. Maddi olarak gücü olmayan ailesi bu süreçte daha da zora düşmüştü. Yine de Batuhan için mücadele ediyorlardı. Babasıyla olan o küslük geçmişti. Sevgisini gösteremeyen uzakta duran babası bu süreçte Batuhan için pervane olmuştu. Sancılı geçen gecelerden birinde sadece babasına diyebilmişti “Ölmek istemiyorum”...