01.06/Salı 12:04
Doktor odaya girdiğinde yazıyordum. Kafamı kaldırıp bakmadım. Sepetimi göstererek “Bu ne?” diye sordu. “Sepet,” dedim. Sepeti eline alıp “Evet, sepet. Ama içindekiler çürümüş, değiştirmemizi ister misin?” dedi. “Dokunma! Bırak!” diye bağırdım. Telaşla bıraktı. Sepetimi alıp kaçmak istedim. Kaçamadım çünkü yine sancı sinyal verdi. Ama başlamadı. “Tamam, peki bıraktım,” dedi doktor. Sepeti bırakınca rahatladım. Nefesim de daralmadı. “Nasılsın bugün? Odanı beğendin mi?” dedi. Cevap vermedim. Ona güvenip güvenmeme konusunda kararsızım. Sepetime bir çürük daha eklemek istemiyorum.
103 numaralı odadaki hasta -nedenini bilmiyorum- çok ilgimi çekiyor. Onunla ilgili her şeyi merak ediyorum. Fazla konuşmuyor. Yatağının yanında içinde çürümüş şeyler olan bir sepet var. Sepetin içindekiler onun içinde barındırdıklarını temsil ediyor olmalı. Belki onu üzen, hayal kırıklığına uğratan, her şeye rağmen söküp atamadığı insanlar, belki söyleyemediği sözler, yapamadığı itirazlar, itiraflar, içine attığı bağırmalar...
Bazen sepetini eline alıp bahçede yürüyor. Sonra odasına çıkıp yatıyor. Uyuyor, uyuyor, uyuyor. Bazen de bir şeyler yazarken görüyorum onu. Neler yazdığını merak ediyorum ama bunu öğrenmek için henüz erken biliyorum. Karnına saplanan sonra tüm vücudunu saran bir sancıdan ve nefes darlığından şikâyetçi lâkin yapılan tetkikler hiçbir fiziksel rahatsızlığının olmadığını gösteriyor.
14.06/Çarş. 12:30
Bugün sancıyla uyandım. “Yardım edin!” diye bağırdım. Çok kıvrandım. Yine karnımdan kalbime yükseldi sancı. Kalbimi sıkıp bıraktı. Sonra bir daha sıktı bir daha bıraktı. Sonra bir daha. Tüm bedenimi sardı. Ama en çok kalbimi. Hoyrat bir düşman bu sancı. Bilenmiş kılıçlarıyla geliyor her gün. Damarlarıma dokunmuyor, nefesimi kesiyor. Hemşireler geldi. Oksijen tüpünü getirdiler yakınıma. Ciğerlerime oksijen verip düşmanın kılıçlarını geri püskürttüler. Ben sakinleyince tansiyonumu ölçtüler, büyük: 12, küçük: 7, nabız: 100, şekerimi ölçtüler: 70 Kalbimi dinlediler, kimseyi ele vermedim. Kalbimdekileri yani. Yine sakladım. Kimse bilmemeli. Bana ait onlar. Hep benim kalmalı. Hemşireler gidince o geldi. “Nasılsın?” dedi yine ve yine cevabımı beklemeden vakit yazdı elindeki reçeteye. Yine uzattı zamanımı.
Sabah sancı krizine girmiş. Hemşirelerden öğrendim. Yanına uğradığımda uyuyordu. Yemeklerini yemiyormuş ve ilaçlarını da almıyormuş. Hemşirelere ısrar etmemelerini, serumuna sakinleştirici katmalarını söyledim. Serum takılmasına itiraz etmemiş. Öğleden sonra yine uğradım yanına. Pencereden dışarı bakıyordu. Çok dalgın görünüyordu. “Nasılsın?” dedim. Gözlerime baktı. Bir müddet sustu. Cevap vermeyeceğini sandım. Yalnız kalmak istediği her hâlinden belliydi. Odadan çıkmaya karar vermiştim ki “İyi değilim desem dinleyecek misin? Dinlesen iyi olmam için ne yapacaksın?” dedi. “Tabii ki dinlerim ve elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. Yeter ki sen konuş, ben dinlerim,” dedim. “O dinlemiyor. Her gün nasılsın diyor ama iyi değilim dememi beklemiyor. Vakit yazıp gidiyor, istemediğimi bile bile,” dedi. Kimden bahsettiğini anlamadım. Sorarsam konuşmaz diye korktum. Konuşmaya devam etsin diye sormadım. Fakat o sustu. Yine dışarıyı seyretmeye koyuldu. “Dışarıda çok güzel bir hava var, istersen çıkıp yürüyebiliriz,” dedim. Hayır manasında kafasını iki yana salladı. “Dışarısı yokmuş gibi davranabilirim ama dışarı çıksam da, hava güzel olsa da dikişlerim doktor, dikişlerim var. Onlar yokmuş gibi davranamam,” dedi. İlk defa bana hitap etti. İki haftadır ilk defa. “Nerede dikişlerin var?” dedim. Sustu. Sorduğuma pişman oldum. Belki biraz daha konuşacaktı, ben sorunca sustu. Ona inanmadığımı düşünmüş olabilir.
15:00
Bugün doktora her şeyi anlatacaktım. Ondan bahsettim. Hergün nasıl olduğumu soran başka hiçbir şey yapmayan sonra da vaktimi uzatan o kadından. Dikişlerimi söyledim. “Nerede?” diye sordu. Göstermedim. Eğer öğrenirse onları unutmamı söyleyebilir. Dikişlerimi unutursam sevinebilirim. Sevinmemeliyim. Ne zaman sevinsem her şey mahvolur. Sevinmemeliyim. Sevinmeyelim.
…
17.06/C.ts 13:00
Üç gündür odadan çıkmadım. Sancılarım arttı. Günde en az iki defa yokluyor. Şimdi iyi hissediyorum biraz. Sepetimi alıp çürüklerimle birlikte dışarı çıkacağım.
Pencereden dışarıyı seyredip bahçede gezinen hastaları uzaktan incelerken onu gördüm. Sepetiyle birlikte inmişti. Bahçedeki heykelin önüne geçti. Heykeli inceliyordu. Sanatçı bir ruha sahip olduğunu biliyordum. Aşağı inip onu konuşturmak için bahane bulmuş olmanın verdiği bir rahatlıkla heykel hakkında ne düşündüğünü sordum. “Bak,” dedi heykeli işaret ederek. Baktım. “Şimdi başka tarafa dön,” dedi. Döndüm. Ne yapmaya çalıştığını anlamadığımı farkedince kızarak “Görmüyor musun doktor? Bakınca gülüyor, bakmayınca gülmüyor. Görmüyor musun?” dedi. “Evet. Evet, doğru,” dedim.
Bir banka oturduk. “Sana dikişlerimi göstereceğim ama onları unutmamı söyleme,” dedi. “Söylemem. Dikişler unutulmamalı ki yaraların yeri bilinsin ve o yerlere merhametle dokunulsun, incitilmesin, kanatılmasın. Öyle değil mi?” dedim. Ben öyle deyince gözlerinin içi parladı. Gülümsedi. İlk defa gülerken gördüm onu. O kadar içten bir gülüşü var ki, sepetteki çürük şeylerden çiçekler çıkartacak kadar güzel. Kafasını ve kalbini göstererek “İşte burada,” dedi “ve burada.” “Yaraların en derini, en güzeli buralarda olur,” dedim. -onun yanında neden şair gibi konuştuğumu bilmiyorum. Ama işe yarıyordu.-
Sepeti göstererek “Bunları oradan çıkardım,” dedi. “Kafamı ve kalbimi kuşatmışlardı, istedikleri gibi şekillendirmeye çalışıyorlardı. Beynimi yontuyor, kalbimi kemiriyor, iyi niyetlerimi, güzel fikirlerimi sömürüyorlardı. Önceleri anlamadım. İşlerini ustalıkla yapıyorlardı. Ben bakınca gülüyorlar, bakmayınca kalbimi ve kafamı istila etmeye devam ediyorlardı. Tıpkı bu heykel gibi. Şimdi gülmüyor, birazdan biz bakınca gülecek. Bak, güldü.” dedi. “Evet, haklısın,” dedim. Soru sorup onu kaçırmaktan korkuyordum. “Sonunda dayanamadım ve kendimi ameliyat etmeye karar verdim. Kolay olmadı tabii. Çok acı çektim ama hepsini çıkardım. Verdikleri hasar hâlâ canımı yakıyor. Sadece sevdiklerim kaldı içimde. Sevdiklerimi sakladım,” dedi. “Peki, neden atmıyorsun onları? Neden atıp tamamen kurtulmuyorsun?” diye sordum. “Atarsam unuturum doktor. Unutursam yine gelir yine işgal ederler. Hem içimi çürütenlerin çürümelerini izlemek güzel oluyor,” dedi gülerek. Ben de güldüm. “Hasta olduğumu mu düşünüyorsun?” dedi. “Dünya bir hastanedir ve hepimiz hastayız,” dedim. Sonra kalkıp gitti. Yarın devam edeceğimizi umuyorum.
16:00
Bugün doktora her şeyi anlattım. Ona güvenebileceğimi hissediyorum. Bana hak veriyor. Dikişlerimi kabullendi. Kalbimdekilerden de bahsettim ama kim olduklarını söylemedim. O da sormadı. Ben dışarı çıkmayalı değişiklik olmuş bahçede. Bir heykel yapmışlar. Netameli bir heykel. Çok korkunç. Yüzüne bakınca gülüyor, bakmayınca gülmüyor. Kimse bunun farkında değil ve asıl korkunç olan da bu. Doktora gösterdim. O da gördü. Heykeli söküp sepetime atmayı düşünüyorum. O, kimseyi çürütmeden ben onun çürüyüşünü izleyeceğim. Doktor bugün dünyanın bir hastane olduğunu söyledi. Ona hak verdim. Peki, dünya hastaneyse doktor kim, ilaç nerede?
00:00
Biraz önce o geldi. “Nasılsın?” dedi yine. Cevap vermedim. Tekrar sordu. Gözlerimin içine baktı. “İyi değilim,” dedim. “Bilmiyormuş gibi soruyorsun. İyi değilim anlıyor musun?”“Artık iyi olacaksın,” dedi ve gitti.
Sancı geldi. Karnım çok ağrıyor. Biraz sonra kalbimi saracak biliyorum. Sonra beynimi ve tüm bedenimi. Nefesim daralmaya başladı. Oksijen tüpü çok uzakta. O geldi. Bana baktı. Hiçbir şey yapmadan öylece baktı. ‘Vakit’ yazmadığına göre, zamanı geldi demek. Artık uzatmalara son. Artık sobe. Sobeleyen kim, sobelenen kim bilmiyorum. Ölüm mü, ben mi?
Bu sabah onun ölüm haberiyle uyandım. Hemen hastaneye gittim. Her şey için çok geçti. Otopsi yapılacak ama herhangi bir bulguya rastlanacağını sanmıyorum. Karşımda heykel. Bakınca gülüyor, bakmasam… Ondan geriye bir sepet dolusu çürük ve bir defter kaldı bir de bana hatıra kalan bir soru “Dünya hastaneyse doktor kim, ilaç nerede?”
Not: Hasan Bozdaş’ın Simetri Hastanesi Şiiri öyküleştirilmiştir.
Emine Ecran Çeliksu