Eşikteyim, Eşiktesin, Eşikteler

Beyza Öztürk

Haftanın Görevi= Gülderen Bilgili'nin öyküsünü devam ettirdim ilk üç sayfada onun daha sonrasında benim yazdığım kısım mevcut.

İskelede ayrıldılar.

Herhangi bir akşamüstüydü sanki. Yan yana sıralanmış otobüs duraklarına gün boyu gölge veren ağaçlar, ince esintilerle ürperiyordu art arda. Gazeteci çocuklar, balıkçılar, gezici satıcılar hep bir ağızdan akşam üstünü çığrışıyordu. Sokak lambalarının durağan beyaz aydınlığı, kül rengine dönüşen gökyüzüne ağacaktı birazdan.

Kimliğini görevli ere gösteren İhsan Bey vapurdan boşalan kalabalığın biraz açığında durdu. Vesile'ye kaldırdı gözlerini. Derin bir soluk alırcasına yapay gülümsedi.

“Eh,” dedi “haydi!”

El sıkıştılar. Herhangi bir akşamüstü değildi; iş dönüşleri ayrılırken el sıkışmazlardı hiç. Birinden biri yıllık izne çıkacaksa kavuşurdu elleri iskelede. Yoksa el sıkışmazlardı. Söylemeyi tasarladığı sözlerin tümünü birden unuttu Vesile. Gözlerini kaçırdı. Kuşlar geçiyordu yükseklerden.

“İyi akşamlar.” dedi. Ekledi sonra: “Güzel günler! Unutmayın bizi. Arayın sık sık.”

İhsan Bey gülümseyişini sürdürmeye çalışarak başını salladı, bir adım attı geriye doğru. Elini selamlarcasına kaldırdı. “Haydi.” Gülümseme, dudak kenarlarında titremeye dönüşmüştü artık.

Görmek istemedi Vesile. Döndü durağa yürüdü. Otobüsü gecikmesiz kalktığı zamanlar, alanı dönünce, çarşıya çıkan ara sokağın içlerinde, kalabalığın arasında seçer gibi olurdu bazen İhsan Bey'i; elinde mavi filesi. Bazen de fırının kapısında, başı eğik, çörekotu kokulu sımsıcak iki ekmeği filesine sığıştırmaya çalışırken görürdü. İşte o anlarda tepeden tırnağa ‘işten dönen baba’ olurdu İhsan Bey. Kısalmış boyu, özensiz ama temiz giyimi filenin ağırlığıyla çöken omzu, gümüş saçlarıyla akşamüstü evinin yolunu tutmuş bir baba.

Otobüs, alanı dönüp çarşıya çıkan ara yolun önünden geçerken başını eğip bakındı Vesile. Yoktu İhsan Bey. Evine giden yolun hangi noktasındaydı kim bilir. Dükkanlara girip çıkıyordu belki. Bildik satıcılar ayrımsamışlar mıydı bu akşam bir şeylerin artık değiştiğini? Tutuktu davranışları, üzgündü, bir parça ihtiyarlayıvermişti sanki. Anlamalıydı satıcılar. Yine de sanmıyordu Vesile. İnsanlar birbirine dikkat etmiyordu pek. Ayrıntıları kolayca atlıyordu bellekler. İş çıkışlarında her akşam birlikte uğradıkları Eminönü Pazarı’ndaki Pala bile anlamamıştı. Yüzünde üç günlük sakal -sahi Pala nasıl birkaç günlük sakallı oluyordu hep- şişkin karnının altına inmiş pantolonunu çekiştirip durarak atılgan tavırlarla armutları tartmış, "Yarına elma ayırıyorum abi iyidir.” diye fısıldamıştı öbür müşterilere duyurmak istemezcesine. Pala'nın her akşamki değişmez tutumu. İçini derince çekip “Oğlum Pala,” demişti İhsan Bey “yarın akşam ben yokum bugün son. Emekli oldum.” Pala yalancıktan çok üzüldü, abartmalı davranışlarla dışa vurdu duygularını, başını iki yana sallayıp “Hayırlısı,” dedi sonunda “hep beklerim abi, yolun düşünce gel.” Pala’yla bile vedalaşmıştı.

Eminönü Pazarı’nda kırmızıdan sarıya, maviye, yeşile geçen yaldızlı kâğıtlarla sandık içleri bezenmiş, akşamüstleri rengarenk ampullerin coşkun ışıklarının mevsim meyvelerinde yansıdığı manav dükkanının önünde birlikte duraklamayacaklardı artık. Vesile geçip gidecekti dükkânın önünden bir başına. Yeni Cami güvercinlerini, kuş yemi satan sarışın kör çocuğun umutsuz ekmek kavgasını, motorları, motorcuları, Köprü’de yığın yığın akan iş dönüşü insanlarının yorgun, sevinçsiz yüzlerini bir başına geçecekti. Hangi iç konuşmanın hangi satırında sokak lambaları birden sessizce uçup yanacaktı art arda. Ilık günlerde vapurun arka güvertesine koşacak mıydı Vesile yine? Yaşından umulmaz bir çeviklikle, kısa bacakları ile koşup hep öne geçer, arka güvertede, gerilerden gelen Vesile’ye yer ayırırdı İhsan Bey. İskele kalabalığında birbirlerini yitirseler de arka güvertede buluşurlardı hep. Değişmez bir görevi yerine getirme şaşmazlığıyla karşılıklı sigara yakılırdı hemen. Hiç geciktirilmeden. Vesile’nin doğup büyüdüğü, en sevdiği, bazen kızıp söylense de yine en sevdiği kent usulca yürürdü gözlerinde. Bildik binaları, yeşili azalmış küskün tepeleri İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma eski vapurlarıyla her akşamki olan geçişini tamamlardı İstanbul. İşten söz etmezlerdi pek İhsan Bey yılların teknisyenliğinin geliştirip kabalaştırdığı elleriyle kıyıda, ötelerde bir yerleri işaretler, oralarda geçmiş ve belleğinde biraz biçim değiştirmiş yaşantılarından söz ederdi. Kanlıca'da balık tutarken takma dişlerini nasıl denize düşürdüğünü anlatmıştı bir akşam. Çok gülmüşlerdi birlikte. Bazen de konuşmaya zorlanmadan suskun otururlardı yan yana. “Üşüyor musun?” diye sorardı İhsan Bey durduk yerde hiç gereği yokken. “Benim kız, bankadaki, gripten yeni kalktı. Havalar sakat Aman ha!” Bir gün de Vesile’nin bronşiti atlatıp işe döndüğü kış günü, iki öksürük arasında kızmış, odanın kalabalık olmasına hiç aldırmadan “Fanila giyiyor musun fanila!” diye bağırmıştı. “Adamı söyletmeyin kötü kötü, uzun iç donu giyiyor musun! Gebereceksiniz süsümüz bozulmasın diye, küçük kız kıvranıyor evde böbrek ağrısından. Öl, dedim sabah çıkarken, öl, başımı döndürüp bakmayacağım dedim.”

O upuzun, hastalıklı günlerle geçen kışın bitiminde söz etmeye başlamıştı emeklilikten. Otuz üç yıldı. Yeterli artık. Sol göğsünün altında ince bir sızı zaman zaman usulca yoklar olmuştu. Sabahları 7:50 vapurunu eskisi gibi kolay, koşar adım yakalayamıyordu. Kaymakamlık binasına henüz ulaşmadan “Bırak be İhsan, bırak kaçsın.” deyiveriyordu sık sık. Hiç yapmadığı şey. On dakika geç kalmalarda, alnında boncuk terler yüzü al basmış odaya dalıyor, Türkân Hanım’dan imza defterini isteyip adının yazılı olduğu yaprağı açtığında imza boşluğunda kırmızı G harfinin işaretlenmemiş olduğunu görünce Köprü’yü yeni baştan koşmuşçasına terliyordu yine. Türkan Hanım o kırmızı G harfini çiziverseydi daha kolay olacaktı gecikmek. Yapmıyordu bir türlü; hiçbir gecikmesinde yapmamıştı. Otuz üç yıllık emeğinin değerini sessizce bilmişti hep. Alt dudağını ısırıp Türkan Hanım’ın masasında eli titrek imzalardı defteri. “Koşmasaydın İhsan Bey, sabah vapurlarının durumunu biliyoruz hepimiz, gecikmeli yanaşmıyorlar iskeleye.” derdi Türkan Hanım üstelik, bir sonraki vapurla geçtiğini anlamazdan gelip. Aynı odayı paylaşan arkadaşlarının işe yönelmiş dikkatlerini dağıtmaktan ürkerek usulca masasına geçer, teknisyenliğinin delikanlı yıllarına özgü bir garip çekingenlik çökerdi üzerine. Dursun'un güler yüzle koştuğu sabah çayını bile gönül erinciyle içemezdi, masanın kenarında soğur kalırdı çay bardağı. “İhsan,” derdi içinden, “İhsan zamanıdır. Tamam demeyi bilmek gerek oğlum.” Hiç yapmadığı şeylere başlamıştı artık. Gazetelerde yayımlanan emekli göstergelerine ilişkin çizelgeleri, emekli ikramiyelerine, kıdem tazminatlarına ilişkin tüm haberleri kesiyor, kestiği gazete kupürlerini pembe bir dosyada biriktiriyordu. Karşı binanın sundurmasına konup kalkan kuşlara dalmış, emekli maaşını hesaplarken birden bir eksiklik buluyor, gürültüyle sandalyesini geriye itip çelik çekmecesinden dosyasını çıkarıyor, Türkân Hanım’ın incecik gülümseyen bakışlarını ayrımsamadan, yeniden bu kez kâğıt kalemle hesap yapıyordu. Masasında az oturur oldu sonradan. Yöneticiliği bırakmış, usulca teknisyenliğe kaymıştı sanki yeniden. Genç teknisyenlerin elektronik donanımlar üzerinde çalıştığı bölüme geçiyordu sık sık. Devre arızalarını gençlerin başlarının üzerinden ses çıkarmadan izliyor, aksaklık kısa sürede giderildiğinde sırtlarına vuruyordu güm güm. “Oğlum,” diyordu olgun bir gülümseyişle “Sizler transistor çocuğusunuz, entegre devre çocuğusunuz. Şimdi her şey kolay. Bak elleriniz bile kız eli gibi ince işle uğraşmaktan.” Kaba, kalın parmaklarını uzatıyordu sonra “Bakın İhsan Baba’nızın ellerine, biz lamba devrinden gelmeyiz. Zordu o zamanlar, zordu! Hem mekanik hem elektrik teknisyeniydik biz.” Sürdürür, uzatırdı konuşmasını. Ta ki abartmalara başlayana dek. "Ne devrelerde arıza izlerdik biz! Bir kondansatörler vardı, nah benim başım kadar." Genç teknisyenlerin saygılı dinleyişleri ince, parlak bir ışık çizgisinin gözlerinden geçişiyle bir an bölünür, o an toparlanırdı İhsan Bey. Sözlerini hemen sonlandırır, usulca bir sigara yakardı kapıdan çıkarken. "İhsan, İhsan. Yaz şu dilekçeyi kepaze olmadan!"

Bir öğleüstü Vesile'nin daktilosunun yanı başında durdu, elinde bir kâğıt. "Tak bakalım şu senin Remington'a bir temiz kâğıt kara kızım," dedi. "Emeklilik dilekçemi yazdım, sen de daktilo ediver. Üç kopya olsun." Ardından gelen günlerde, işlemleri hızlandırmak için akıl almaz bir çabayla koşuşup durdu, birkaç kez telefon etti Ankara'ya. İşi, elden izlemeye vardırınca Selman'la Tarık, "Aşk olsun be baba," dediler, "bu kadar mı bezdin bizden." Caydı, duruldu İhsan Bey. Hemen ardından da dilekçesi yanıtlandı.

Türkân Hanım, personel Müdürlüğü'nden gelen yazılı yanıtı eline verirken "Müjdemi hazırla İhsan Bey." dedi,çok kısa süre sonra da sözlerinin uygunsuz kaçtığını düşündü.

Kâğıdı alıp masasına döndü İhsan Bey gözlüğünü taktı, sevincin tek bir çizgisini yüzünde taşımadan kâğıda bakakaldı. Bir an'dı. Upuzun bir an.

"İlgi yazınızda" diye başlıyordu -gencecik bir delikanlı, bir güz ikindisi gözleri ışık yüklü, gülümsüyor alabildiğine önünde uzanan yaşamın uçsuzluğuna- adı geçen kurumumuz eksperi İhsan Bağcı sicil numarası 24592 -tramvaylar geçiyor ağır ağır, sekerek koşuyor aralarından başında okul kepi. Çiçek yüzlü insanlar dört bir yanda. Savaşın dokunamadığı insanlar- emeklilik isteği incelenmiş -bitti İkinci Dünya Savaşı! Bitti! Bitti! Okul da bitti! Elinde Sanat Okulu diploması. Fırlatıyor kepini bakır çalığı rengi çınar ağaçlarının arasından tatlı güz göğüne doğru. Bir delikanlı çığlığı ardından havada perende atıp ta uzaklarda bir yere kuş gibi iniyor kep- kurumumuzda geçen otuz üç yıllık hizmeti dikkate alınarak -at çekmede Balıkesir çıkıyor- kurumumuzda geçen -incecik bıyıklı filiz gibi bir delikanlı İstanbul'a atandığında. İki yıllık teknisyen- otuz üç yıllık hizmeti -elleri kadın bedenini tanımadan gözü kapalı belliyor devre şemalarını. Dokundu mu arıza tamam- emekliliğe hak kazandığı -merkezde tek başına ilk gece nöbetleri. Yeşil ışık sarıya dönüşüyor uyarı tablosunda birden. Fırlıyor yerinden. Sarı alarm! Tek başına. Gece nöbeti. İhsan'ın eline bırakılmış tüm donanımlar. Gece nöbetçisi İhsan. Tabloya ulaşamadan kırmızı ışık yanıyor birden. Ana alarm! Sistemler kesik! İhsan'ın nöbeti! Yuvarlak kırmızı ışıklar gözdağı verircesine dikili duruyor merkezin loşluğunda. Ana alarm! İhsan'ın nöbetinde kesik tüm sistemler. Okul, ilk devre şemaları, üç yıllık deneyimi olan her şey tümüyle uzaklaşmış kendisinden.

Bakakalıyor. Bir an. Çok kısa bir an. Şimdi elinde Personel Müdürlüğü’nden gelen yanıt. Bir an. Emekliliğe hak kazandığı an. -Ana alarm. Sorumluluk bilinci görev namusuyla karmakarışık, fırlıyor güç kaynaklarına doğru. Göstergeleri gözden geçiriyor hızla, sonra güç dağılım barasında yer alan sigortaları; ölçü aygıtlarını koşturuyor. O an, donup kaldığı an gerilerde kalmış, şimdi elleri tüm organlarından bağımsız, salt beyniyle işbirliğiyle çalışıyor. Beyni ve elleri, işin ve emeğin yücelttiği saygın yapıcılıkta bir arada, aynı anda, sessiz, savsız ama becerikli, akıllı.- Armağan kol saatini almanız için belirtilen günde, belirtilen yerde bulunmanızdan memnuniyet duyarız.

GÜLDEREN BİLGİLİ

Kâğıdı ters çevirir çevirmez farklı bir adamdı artık, her gün gideceği işi bile olmayan bir adam. Doğrusu buydu. Davranışlarının insanların ağzında bıraktığı kekre tat gözünün önüne geldi, bununla kendini bir kez daha ikna etti. Otuz üç yıllık hizmetini dikkate almadan eşyalarını topladı. Tüm ofisle vedalaştı. Şimdi kucağında eşyaları, vapurun arka güvertesinde yalnız başına oturup zihnindeki kavgayı dinliyordu. “Hayır ne kaba insanların eline kalmışız canım nedenini araştırmadan, emin misiniz diye sormadan şak diye kabul ediverdiler istifayı. İkiletmediler maşallah. Daha çalışabileceğimi biliyorlar. Elli beş yaş dediğin nedir ki. Bu kadar mı hatrı vardı bu adamın sizde. Armağanınız da sizin olsun kol saatiniz de”.

Rüzgâra karşı kuytu yapıp sigarasını yaktı. Bir anlık gaflete düşüp karşıya ateşini uzatacak oldu. Artık ne Vesile ne de insanı durduk yerde neşelendiren sesi vardı. Şu kadınların kıpır kıpır halleri, güleryüzleri güzelliklerinin yanında verilen ikinci bir armağan gibi. Bir de yanlış anlaşılma olmasın diye iş yerinde hep sert davrandım kıza. Nerededir ki şimdi? Uzun süre devamlı vakit geçirilen insanlardan aniden ayrılınca o sırada ne yaptıklarını düşünme huyu herkeste oluyormuş. Kişiye özel değil yani. Hepi topu iki gün sürer. Sonra bir bakmışsın neler olup bittiğini anlayamama huzursuzluğu da beraber gidilen yerlerin hatırası -ne sıfatla gidiliyorsa oralara- da duman olmuş. İyi oldu iyi, bu yaştan sonra tüm bu sıkıntıların kökünü kazıma vakti.

İhsan Bey vapurdan inip alınacak bir şey var mı diye sormak için kızını ararken Vesile evinin kapısında gözyaşlarının bulanıklaştırdığı gözleriyle anahtarını arıyordu. İlk iş yüzüne defaatle su çarptı -insan bir ararım tabii der- üstünü değiştirdi. -terbiyesiz adam, hepiniz böylesiniz değil mi hiçbir şey olmamış gibi gidersiniz. Sonra olur da bir gün karşılaşırsak, bana herkese nasıl veriyorsan öyle bir selam verirsin. Alelade bir selam olmasına gösterdiğin özen gözlerinden okunur, aman be şu kadınlar da her şeyi farklı yere yoruyor bile dersin de mi içinden- Kendini yatağa bıraktı. Hışımlı bakışlarıyla odayı taradı, hırsını nereden çıkaracağını buldu. Ha hay itiraf edilecekler defteriymiş. Şimdi söyleyemediklerini şeyden sonra işte şeyden sonra itiraf eder de birlikte gülerler diyeymiş. Neler itiraf edilecekmiş efendim? Üstüne fazladan iş almış, ben yaparım diye koşmuş her yere. Görüşme ihtimalleri doğar da ağzından bir iki kelime duyar diye. Yansın efendim salaklığına yansın. Günlerden bir gün zihni onunla öyle doluymuş ki sokakta gördüğü bir iki adamı o sanmış, konuşmaya gidince fark etmiş anca. Mahçup olmuş ne söyleyeceğini bilemeden öyle kalmış. Özür dileyip tüymüş hemen. -Aman ne tatlı ne komik anılar bunlar. Edersin edersin itiraf edersin sen bunları- Yırttığı sayfaların ortasında otururken pek de dolu olmayan evde kahkahaları yankılandı. Bir kahkaha attı bir durup yankısına kulak verdi.

İhsan Bey emeklilik hayatının ilk altı gününü evinden hiç çıkmayarak geçirdi. Yedinci gün apartmanının küçük arka bahçesine arpacık soğanı ekmeye çıktı. Sekizinci gün kızını iş yerinde ziyarete gitti. Bankaya gelen müşterilerle muhabbete daldı. Birinin banka uğrak yeri olmuş. Evine haciz gelmek üzereymiş, eve yaklaşan her sarı siyah kuşaklı takside yürekleri ağızlarına gelirmiş. Birinin de iki yıl sonra tek oğlu evlenebilirmiş birikime başlamış. Kızının odasına giren çıkmamaya, dışarıdaki müşteriler beklemekten isyana başlayınca evinin yolunu tuttu. Hava güzel, ev de yürüme mesafesinde. Yolu yarılamışken göğsündeki ağrı yineledi, birisi göğsünde oturuyor hissi uyandıran bir ağrıydı bu. Sol koluna yayıldı önce oradan yukarıya boynuna, çenesine hatta kulaklarına kadar tırmandı. Allahtan, oturup tek bir uzvu için bile enerji israfı yapmayınca geçiyordu. Böyle ağrıya can kurban diye düşündü. Geliyor oturup bir iki dakika dinlenince geçiyor, daha ne. Evdeki dokuzuncu gününde çalışırken boğuştuğu huzursuzluk sol omzunun üstünden tekrar yaklaştı. Önce içine yerleşti sinsice sonra duvarlara çarpa çarpa tüm evi dolaştı. Sorun işte de mi değilmiş? Evini değiştirir gitmez, işini bırakır gitmez. Bu huzursuzluğu sırf annesi mutlu olsun diye sahura kalkan, yaşı geldi diye evlenen adamlar anlar sadece. Dolu dolu ben İhsan’ım İhsan, şunlardan şunlardan hoşlanır şunlar şunlar için yaşarım diyemeyenler yani. Yerinde oturamayıp volta atarken gözüne rafta beklemekten içi geçmiş daktilosu takıldı. Bir Remington kadar olmasa da bu da iş görür. İhsan Bey’in emekliliği dokuz gün sürdü, elinde iskemlesi ayakkabısını giyerken söyleniyordu:

“Kendi sesimi duymamak için insanların dertlerini dinleyim, yani gerçek dertleri. Benim neyim eksik bir arzuhâlciden. Parmaklarım ne kadar kalınlaşmış, muhtemelen de hiç hızlı yazamam. Zaten iznim filan da yok ama insanları dinlemek bana iyi gelecek.”

Ârzuhalciler deyince aklına ilk -ve tek- gelen yere gitti. Galata Köprüsü’nden geçip Yeni Camii avlusuna iskemlesini attı. Daktilosunu yerleştirdi. Birkaç küçük eksikle de olsa şimdi bir Cenab Şahabettin hikâyesi karakteri olmuştu. İnsan nereden bilsin bir gün okuduğu karaktere dönüşeceğini. Garipseyerek bakan gözleri üzerinde hissetti. Cami efrâdından epey yaşlı bir amca tartakladı İhsan Bey’i. Artık buralarda ona iş çıkmazmış Ankara’ya gitseymiş ya, aklını peynir ekmekle mi yemiş. Gayet de çıktı. İri yarı buğday tenli adamın teki yaklaştı İhsan Bey’e:

-Ben mektup yazdıracağım efendi, anlatacaklarım uzun. Neyi nasıl demek lazım pek bilmem sen daha iyisini bilir, en münasip halini yazarsın.

-Tabii anlatın lütfen. İhsan Bey kahkahasını tutamayacaktı az kalsın “bilirim”.

Adam sesini yokladı.

-Başlıyorum o vakit.

-Yazıyorum.

-Adem abi, sen beni buraya gönderdin, sağ olasın. Bana aşağıya doğru döne döne inilen merdivenleri olan bir çarşıda iş ayarladın. Yine sağ olasın. Dükkâna gelen gidenle muhabbet kurdum hemen. Esnaftan komşularım senden iyi olmasınlar abi, iyiler. Şehrin güzelliği zaten dillere destan. Eee diyorsun değil mi derdin ne o zaman oğlum ne diye bana yazıyorsun. Yok abi olmuyor, Elazığ’dan bu yana ben yine aynı benim. Orada üstüme gelen Toroslardı, burada dükkânın duvarları. Sanki yaşadığım gerçek hayat değilmiş gibi, dertlerim bile gerçek değil. Bir şeyler eksik.

Daktiloyu taburesiyle birlikte yerle bir etti İhsan Bey.

- Eeeeeh yetti be adam. Ben kendimden kaçmaya geldim sen gelmiş bana beni anlatıyorsun. Kendi derdini anlat kendi derdini. Kim gönderdi seni bana söyle, korkutma beni söyle. Altındaki iskemlesini alıp adama doğrulttu. Neredeyse iki katı kadar olan adamı Mısır Çarşısı’na kadar kısa küt bacaklarıyla kovaladı. İzini kaybedince nefes nefese kalıp olduğu yere çöktü. Çöküş o çöküş. Duvar dibinden ömrünün sonuna kadar kalkmadı İhsan Bey. Ne elini uzatıp insanlardan para dilendi ne de kalkıp evine gitti. Düşkünlerden herhangi biri olduğuna, evi ve parası pulu olmadığına kendini inandırdı. Gidecek yeri olmadığı için burada oturmak zorundaydı. Yapmak zorunda olduğu yeni bir şey bulmuştu. Evet evet başka çaresi yoktu.

Vesile de bir iki sokak ötede Eminönü Pazarı’nda zamanında İhsan Beyle uğradıkları tezgâhlara birer birer uğruyor, tezgâhtarlara soruyordu:

“Birlikte gelirdik hep onunla hatırladınız mı beni, eriği hep sizden alırdık. Çok ekşi olması lazımdı sevmesi için, sizinkiler öyleydi de ondan. Nasıl hatırlamadınız? Koyu renk giyinirdi hep. Ama bayadır uğramıyordur ben bile görmüyorum artık.”

Pazarın uğultusundan denilenleri anlamayan tezgâhtar kızı başından bir an önce savmak için “Şimdi hatırladım” dedi. “Hatırladım tabii ya”

Vesile İhsan Bey’in eşiğinde kaldı. İhsan Bey hayatın. İkisi de sonsuza dek kapıya hiç vurmadan mutlu mesut yaşadılar.