Bakakalıyor. Bir an. Çok kısa bir an. Şimdi elinde Personel Müdürlüğünden gelen yanıt. Bir an. Emekliliğe hak kazandığı an. -Ana alarm. Sorumluluk bilinci görev namusuyla karmakarışık, fırlıyor güç kaynaklarına doğru. Göstergeleri gözden geçiriyor hızla, sonra güç dağılım barasında yer alan sigortaları; ölçü aygıtlarını koşturuyor. O an, donup kaldığı an gerilerde kalmış, şimdi elleri tüm organlarından bağımsız, salt beyniyle iş birliğiyle çalışıyor. Beyni ve elleri, işin ve emeğin yücelttiği saygın yapıcılıkta bir arada, aynı anda, sessiz, savsız ama becerikli, akıllı. -Armağan kol saatini almanız için belirtilen günde, belirtilen yerde bulunun.-
Geriye dönüp bakmak faydasız, bir o kadar da can yakıcı. Bileğinde taşıdığı saat mesleğinin, özverisinin, emeğinin karşılığında verilmişti; emeklilik günlerindeki sessiz yoldaşı olacaktı. Gençliğinde koşuşturmalarla geçen günlerin akşamında, yatağa uzanıp hayatın telaşından azâde olacağı zamanların hayalini kurardı. İşte o mesut günler gelip çatmıştı.
İş yerinden ayrılırken içindeki burukluğu gizleme arzusuyla etrafa gülücükler saçıyordu. Başta Türkân Hanım olmak üzere herkes, İhsan Bey’in derinden bir keder yaşadığını hissediyordu. Son gün Eminönü esnafından ahbapları olanlarla da vedalaşmış, usûl gereğince helâllik istemişti. Onunla iskelede vedalaşan Vesile de hüznünü gizleyemez olmuştu. Etrafın kalabalığı, insanların aceleyle koşuşturmaları, otobüs duraklarına birikenler bu iç sızlatan vedalaşmanın büyüsünü bozuyordu. İhsan Bey göz pınarından akacak yaşları gizlemenin telâşıyla Vesile’nin uzun konuşmasına müsaade etmemişti. Kızcağız birkaç cümleden sonra arkasını dönüp gitmeye mecbur olmuştu.
Artık gözyaşlarını salıvermekte özgürdü. Eve gitmeden Kuşkonmaz Camii’nde akşam namazını kılmak istedi. Ağır ağır abdestini aldı. Bu küçük, huzurlu camide namazını edâ etti. Hem dua etmenin içinde oluşturduğu hassasiyet hem de koca otuz üç yılın su gibi akıp gidişine duyduğu üzüntüyle secdeye kapanıp uzun uzun ağladı. Yatsı namazı vaktinin yaklaşınca caminin içindeki kalabalık arttı, İhsan Bey de toparlandı. Olur olmadık bir tanıdıkla rast gelmenin endişesiyle yüzünü, gözünü kuruladı. Saklanmak istercesine arkadaki saflardan birinin başına geçti. Yanına oturan gençten bir çocuğun selamını aldı. Namazın bitmesiyle hızla dağılan cemaatin ardından camiden usulca çıktı . Karşısında sakince dalgalanmakta olan denizi gözleriyle uzun uzun süzdü. Hüznü git gide dağılınca yüreğini bir ferahlık kaplayıverdi.
Kız Kulesi tarafında neşeli türküler tutturan çalgıcıların sesine kulak verdi. Arkadaki çay bahçesinden gençlerin hâraretle konuşmaları duyuluyor, önünde bir kadın ağlayan çocuğuna söyleniyordu. İhsan Bey tüm bu seslerin, kalabalığın arasında hayal âleminde kaybolmuşken esen sert rüzgârla ürperdi. Daha fazla deniz kenarında durmanın sıhhâtini bozacağı endişesiyle evine dönmek üzere toparlandı.
Emekliliğin ilk akşamı olacaktı. Hanımı bir kutlama havasıyla sofrayı donatmış, artık kendi düzenlerini kurmuş oğullarını eve çağırmıştı. Oğlu, gelini, hanımının küçük kardeşi olan baldızı, nüktedân bacanağı kutlama yemeği için salona toplanmış, onu bekliyorlardı. Evin büyük kızı sofranın son hazırlıklarını tamamlıyordu.
Kapıyı çalmasıyla küçük kızının karşına dikilmesi bir oldu. Daha ayakkabılarını çıkarmadan sorgu suâle başladı. Mektepteki müdür muâvini havasıyla İhsan Bey’e sitem ediyordu. İhsan Bey paltosunu çıkarıp ellerini yıkayana dek küçük kızın sorularına kaçamak cevaplar verdi. İşe geç kaldığında Türkân Hanım’ın tek kelime etmeden onu kabul edişi gözünün önünde canlandı. Demek sonunda böyle oluyormuş. Senelerce çalışıp ‘Bana eyvallah!’ diyerek emekliye ayrılınca başta evin küçüğüne hesap vermek icâp diyormuş. ‘Onlar da alışırlar elbet.’ diye iç geçirdi. Ev ahâlisiyle selamlaşıp hepsini sofraya buyur etti.
Hanımı elleriyle yaptığı mantıyı tabaklara koyarken İhsan Bey’in de iştahı açılıverdi. Tüm gün hüznünü gizlemeye gayret ederken epey yorgun düşmüştü. Bacanağı ile baldızının tatlı atışmaları, kızlarının gülüşmeleri arasında yemek faslı bitti. Çaylar içilirken geçmiş günler ailecek yâd edildi. İhsan Beylerin düğünü, çocukların doğumu, baldızıyla bacanağının aşk macerası, onların düğünü… İhsan Bey otuz üç yıla ne çok hadise sığmış diye düşündü. Kim bilir daha ne aşklar yaşanacak, ne savaşlar yapılacaktı. Oğlunun karısına gösterdiği ihtimama bakılırsa yakında torun müjdesi bile verilecekti. Zaten emeklilik günleri torunsuz yakışmazdı İhsan Bey’e.
Çaylar içilip tatlılar yendikten sonra herkes müsaade istedi. Bacanağı, baldızı, oğlu, geliniyle bir bir vedalaştı. İhsan Bey onları uğurlarken sonraki akşama davet etmek istedi. Tam niyetlenmişti ki hepsinin ertesi gün gidecek işleri olduğunu fark etti. Sadece hanımı ve kendisi yeni günü bir yerlere yetişmenin telaşı olmadan geçirecekti. Öyle ki evin küçük kızı dahi sabahın erken saatinde mektep yoluna düşecekti.
İhsan Bey bunca yıl sonra yatağın içinde sabahtan öğlene değin yuvarlanıp duramayacağını biliyordu. Sabah erken kalkıp ev işi yapacak hâli de yoktu. Hem hanımı buna asla müsaade etmezdi. Kapıyı örtüp salona geçince içindeki sıkıntı yeniden gün yüzüne yansıdı. Hanımı sanki içinden geçenleri duymuş gibi balkondan sesleniverdi. ‘İhsan Bey olta takımını çıkardım.Yarın kahvaltıdan sonra Kanlıca’ya gidiver. Akşama balık yeriz.’ dedi.
İhsan Bey balkona geçip minnetle hanımını kucaklayıverdi. Hanımı bu sıcak kucaklaşmaya pek memnun olduğu hâlde yapmacık bir utangaçlıkla salona geçti. İhsan Bey hanımının hâline gülerken ‘Ne de olsa eş denilen kimse, içinden konuştuklarını dahi duyandır.’ diye mırıldandı.