Görev: Gülderen Bilgili’nin Sevgi Hiç Bitmesin adlı öyküsünün devamı yazılacak.
Koyu yazılar öykünün orijinali. (Görev 4. sayfada)
İSKELEDE
İskelede ayrıldılar.
Herhangi bir akşam üstüydü sanki. Yan yana sıralanmış otobüs duraklarına gün boyu gölge veren ağaçlar, ince esintilerle ürperiyordu art arda. Gazeteci çocuklar, balıkçılar, gezici satıcılar hep bir ağızdan akşam üstünü çığrışıyordu. Sokak lambalarının durağan beyaz aydınlığı, kül rengine dönüşen gökyüzüne ağacaktı birazdan.
Kimliğini görevli ere gösteren İhsan Bey vapurdan boşalan kalabalığın biraz açığında durdu. Vesile'ye kaldırdı gözlerini. Derin bir soluk alırcasına yapay gülümsedi.
“Eh,” dedi “haydi!”
El sıkıştılar. Herhangi bir akşamüstü değildi; iş dönüşleri ayrılırken el sıkışmazlardı hiç. Birinden biri yıllık izne çıkacaksa kavuşurdu elleri iskelede. Yoksa el sıkışmazlardı. Söylemeyi tasarladığı sözlerin tümünü birden unuttu Vesile. Gözlerini kaçırdı. Kuşlar geçiyordu yükseklerden.
“İyi akşamlar.” dedi. Ekledi sonra: “Güzel günler! Unutmayın bizi. Arayın sık sık.”
İhsan Bey gülümseyişini sürdürmeye çalışarak başını salladı, bir adım attı geriye doğru. Elini selamlarcasına kaldırdı. “Haydi.” Gülümseme, dudak kenarlarında titremeye dönüşmüştü artık.
Görmek istemedi Vesile. Döndü durağa yürüdü. Otobüsü gecikmesiz kalktığı zamanlar, alanı dönünce, çarşıya çıkan ara sokağın içlerinde, kalabalığın arasında seçer gibi olurdu bazen İhsan Bey'i; elinde mavi filesi. Bazen de fırının kapısında, başı eğik, çörekotu kokulu sımsıcak iki ekmeği filesine sığıştırmaya çalışırken görürdü. İşte o anlarda tepeden tırnağa ‘işten dönen baba’ olurdu İhsan Bey. Kısalmış boyu, özensiz ama temiz giyimi filenin ağırlığıyla çöken omuzu, gümüş saçlarıyla akşamüstü evinin yolunu tutmuş bir baba.
Otobüs, alanı dönüp çarşıya çıkan ara yolun önünden geçerken başını eğip bakındı Vesile. Yoktu İhsan Bey. Evine giden yolun hangi noktasındaydı kim bilir. Dükkanlara girip çıkıyordu belki. Bildik satıcılar ayrımsamışlar mıydı bu akşam bir şeylerin artık değiştiğini? Tutuktu davranışları, üzgündü, bir parça ihtiyarlayıvermişti sanki. Anlamalıydı satıcılar. Yine de sanmıyordu Vesile. İnsanlar birbirine dikkat etmiyordu pek. Ayrıntıları kolayca atlıyordu bellekler. İş çıkışlarında her akşam birlikte uğradıkları Eminönü Pazarı’ndaki Pala bile anlamamıştı. Yüzünde üç günlük sakal -sahi Pala nasıl birkaç günlük sakallı oluyordu hep- şişkin karnının altına inmiş pantolonunu çekiştirip durarak atılgan tavırlarla armutları tartmış, "Yarına elma ayırıyorum abi iyidir.” diye fısıldamıştı öbür müşterilere duyurmak istemezcesine. Pala'nın her akşamki değişmez tutumu. İçini derince çekip “Oğlum Pala,” demişti İhsan Bey “yarın akşam ben yokum bugün son. Emekli oldum.” Pala yalancıktan çok üzüldü, abartmalı davranışlarla dışa vurdu duygularını, başını iki yana sallayıp “Hayırlısı,” dedi sonunda “hep beklerim abi, yolun düşünce gel.” Pala’yla bile vedalaşmıştı.
Eminönü Pazarı’nda kırmızıdan sarıya, maviye, yeşile geçen yaldızlı kâğıtlarla sandık içleri bezenmiş, akşamüstleri rengarenk ampullerin coşkun ışıklarının mevsim meyvelerinde yansıdığı manav dükkanının önünde birlikte duraklamayacaklardı artık. Vesile geçip gidecekti dükkânın önünden bir başına. Yeni Cami güvercinlerini, kuş yemi satan sarışın kör çocuğun umutsuz ekmek kavgasını, motorları, motorcuları, Köprü’de yığın yığın akan iş dönüşü insanlarının yorgun, sevinçsiz yüzlerini bir başına geçecekti. Hangi iç konuşmanın hangi satırında sokak lambaları birden sessizce uçup yanacaktı art arda. Ilık günlerde vapurun arka güvertesine koşacak mıydı Vesile yine? Yaşından umulmaz bir çeviklikle, kısa bacakları ile koşup hep öne geçer, arka güvertede, gerilerden gelen Vesile’ye yer ayırdı İhsan Bey. İskele kalabalığında birbirlerini yitirseler de arka güvertede buluşurlardı hep. Değişmez bir görevi yerine getirme şaşmazlığıyla karşılıklı sigara yakılırdı hemen. Hiç geciktirilmeden. Vesile’nin doğup büyüdüğü, en sevdiği, bazen kızıp söylense de yine en sevdiği kent usulca yürürdü gözlerinde. Bildik binaları, yeşili azalmış küskün tepeleri İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma eski vapurlarıyla her akşamki olan geçişini tamamlardı İstanbul. İşten söz etmezlerdi pek. İhsan Bey yılların teknisyenliğinin geliştirip kabalaştırdığı elleriyle kıyıda, ötelerde bir yerleri işaretler, oralarda geçmiş ve belleğinde biraz biçim değiştirmiş yaşantılarından söz ederdi. Kanlıca'da balık tutarken takma dişlerini nasıl denize düşürdüğünü anlatmıştı bir akşam. Çok gülmüşlerdi birlikte. Bazen de konuşmaya zorlanmadan suskun otururlardı yan yana. “Üşüyor musun?” diye sorardı İhsan Bey durduk yerde hiç gereği yokken. “Benim kız, bankadaki, gripten yeni kalktı. Havalar sakat Aman ha!” Bir gün de Vesile’nin bronşiti atlatıp işe döndüğü kış günü, iki öksürük arasında kızmış, odanın kalabalık olmasına hiç aldırmadan “Fanila giyiyor musun fanila!” diye bağırmıştı. “Adamı söyletmeyin kötü kötü, uzun iç donu giyiyor musun! Gebereceksiniz süsümüz bozulmasın diye, küçük kız kıvranıyor evde böbrek ağrısından. Öl, dedim sabah çıkarken, öl, başımı döndürüp bakmayacağım dedim.”
O upuzun, hastalıklı günlerle geçen kışın bitiminde söz etmeye başlamıştı emeklilikten. Otuz üç yıldı. Yeterli artık. Sol göğsünün altında ince bir sızı zaman zaman usulca yoklar olmuştu. Sabahları 7:50 vapurunu eskisi gibi kolay, koşar adım yakalayamıyordu. Kaymakamlık binasına henüz ulaşmadan “Bırak be İhsan, bırak kaçsın.” deyiveriyordu sık sık. Hiç yapmadığı şey. On dakika geç kalmalarda, alnında boncuk terler yüzü al basmış odaya dalıyor, Türkan Hanım’dan imza defterini isteyip adının yazılı olduğu yaprağı açtığında imza boşluğunda kırmızı G harfinin işaretlenmemiş olduğunu görünce Köprü’yü yeni baştan koşmuşçasına terliyordu yine. Türkan Hanım o kırmızı G harfini çiziverseydi daha kolay olacaktı gecikmek. Yapmıyordu bir türlü; hiçbir gecikmesinde yapmamıştı. Otuz üç yıllık emeğinin değerini sessizce bilmişti hep. Alt dudağını ısırıp Türkan Hanım’ın masasında eli titrek imzalardı defteri. “Koşmasaydın İhsan Bey, sabah vapurlarının durumunu biliyoruz hepimiz, gecikmeli yanaşıyorlar iskeleye.” derdi Türkan Hanım üstelik, bir sonraki vapurla geçtiğini anlamazdan gelip. Aynı odayı paylaşan arkadaşlarının işe yönelmiş dikkatlerini dağıtmaktan ürkerek usulca masasına geçer, teknisyenliğinin delikanlı yıllarına özgü bir garip çekingenlik çökerdi üzerine. Dursun'un güler yüzle koştuğu sabah çayını bile gönül erinciyle içemezdi, masanın kenarında soğur kalırdı çay bardağı. “İhsan,” derdi içinden, “İhsan zamanıdır. Tamam demeyi bilmek gerek oğlum.” Hiç yapmadığı şeylere başlamıştı artık. Gazetelerde yayımlanan emekli göstergelerine ilişkin çizelgeleri, emekli ikramiyelerine, kıdem tazminatlarına ilişkin tüm haberleri kesiyor, kestiği gazete kupürlerini pembe bir dosyada biriktiriyordu. Karşı binanın sundurmasına konup kalkan kuşlara dalmış, emekli maaşını hesaplarken birden bir eksiklik buluyor, gürültüyle sandalyesini geriye itip çelik çekmecesinden dosyasını çıkarıyor, Türkan Hanım’ın incecik gülümseyen bakışlarını ayrımsamadan, yeniden bu kez kâğıt kalemle hesap yapıyordu. Masasında az oturur oldu sonradan. Yöneticiliği bırakmış, usulca teknisyenliğe kaymıştı sanki yeniden. Genç teknisyenlerin elektronik donanımlar üzerinde çalıştığı bölüme geçiyordu sık sık. Devre arızalarını gençlerin başlarının üzerinden ses çıkarmadan izliyor, aksaklık kısa sürede giderildiğinde sırtlarına vuruyordu güm güm. “Oğlum,” diyordu olgun bir gülümseyişle “Sizler transistor çocuğusunuz, entegre devre çocuğusunuz. Şimdi her şey kolay. Bak elleriniz bile kız eli gibi ince işle uğraşmaktan.” Kaba, kalın parmaklarını uzatıyordu sonra “Bakın İhsan Baba’nızın ellerine, biz lamba devrinden gelmeyiz. Zordu o zamanlar, zordu! Hem mekanik hem elektrik teknisyeniydik biz.” Sürdürür, uzatırdı konuşmasını. Ta ki abartmalara başlayana dek. "Ne devrelerde arıza izlerdik biz! Bir kondansatörler vardı, nah benim başım kadar." Genç teknisyenlerin saygılı dinleyişleri ince, parlak bir ışık çizgisinin gözlerinden geçişiyle bir an bölünür, o an toparlanırdı İhsan Bey. Sözlerini hemen sonlandırır, usulca bir sigara yakardı kapıdan çıkarken. "İhsan, İhsan. Yaz şu dilekçeyi kepaze olmadan!"
Bir öğleüstü Vesile'nin daktilosunun yanı başında durdu, elinde bir kâğıt. "Tak bakalım şu senin Remington'a bir temiz kâğıt kara kızım," dedi "emeklilik dilekçemi yazdım, sen de daktilo ediver. Üç kopya olsun." Ardından gelen günlerde, işlemleri hızlandırmak için akıl almaz bir çabayla koşuşup durdu, birkaç kez telefon etti Ankara'ya. İşi, elden izlemeye vardırınca Selman'la Tarık, "Aşk olsun be baba," dediler, "bu kadar mı bezdin bizden." Caydı, duruldu İhsan Bey. Hemen ardından da dilekçesi yanıtlandı.
Türkan Hanım personel Müdürlüğü'nden gelen yazılı yanıtı eline verirken "Müjdemi hazırla İhsan Bey." dedi çok kısa süre sonra da sözlerinin uygunsuz kaçtığını düşündü.
Kâğıdı alıp masasına döndü İhsan Bey gözlüğünü taktı, sevincin tek bir çizgisini yüzünde taşımadan kâğıda bakakaldı. Bir an'dı. Upuzun bir an.
"İlgi yazınızda" diye başlıyordu -gencecik bir delikanlı, bir güz ikindisi gözleri ışık yüklü, gülümsüyor alabildiğine önünde uzanan yaşamın uçsuzluğuna- adı geçen kurumumuz eksperi İhsan Bağcı sicil numarası 24592 -tramvaylar geçiyor ağır ağır, sekerek koşuyor aralarından başında okul kepi. Çiçek yüzlü insanlar dört bir yanda. Savaşın dokunamadığı insanlar- emeklilik isteği incelenmiş -bitti İkinci Dünya Savaşı! Bitti! Bitti! Okul da bitti! Elinde Sanat Okulu diploması. Fırlatıyor kepini bakır çalığı rengi çınar ağaçlarının arasından tatlı güz göğüne doğru. Bir delikanlı çığlığı ardından havada parende atıp ta uzaklarda bir yere kuş gibi iniyor kep- kurumumuzda geçen otuz üç yıllık hizmeti dikkate alınarak -ad çekmede Balıkesir çıkıyor- kurumumuzda geçen -incecik bıyıklı filiz gibi bir delikanlı İstanbul'a atandığında. İki yıllık teknisyen- otuz üç yıllık hizmeti -elleri kadın bedenini tanımadan gözü kapalı belliyor devre şemalarını. Dokundu mu arıza tamam- emekliliğe hak kazandığı -merkezde tek başına ilk gece nöbetleri. Yeşil ışık sarıya dönüşüyor uyarı tablosunda birden. Fırlıyor yerinden. Sarı alarm! Tek başına. Gece nöbeti. İhsan'ın eline bırakılmış tüm donanımlar. Gece nöbetçisi İhsan. Tabloya ulaşamadan kırmızı ışık yanıyor birden. Ana alarm! Sistemler kesik! İhsan'ın nöbeti! Yuvarlak kırmızı ışıklar gözdağı verircesine dikili duruyor merkezin loşluğunda. Ana alarm! İhsan'ın nöbetinde kesik tüm sistemler. Okul, ilk devre şemaları, üç yıllık deneyimi olan her şey tümüyle uzaklaşmış kendisinden.
Bakakalıyor. Bir an. Çok kısa bir an. Şimdi elinde Personel Müdürlüğü’nden gelen yanıt. Bir an. Emekliliğe hak kazandığı an. -Ana alarm. Sorumluluk bilinci görev namusuyla karmakarışık, fırlıyor güç kaynaklarına doğru. Göstergeleri gözden geçiriyor hızla, sonra güç dağılım barasında yer alan sigortaları; ölçü aygıtlarını koşturuyor. O an, donup kaldığı an gerilerde kalmış, şimdi elleri tüm organlarından bağımsız, salt beyniyle iş birliğiyle çalışıyor. Beyni ve elleri, işin ve emeğin yücelttiği saygın yapıcılıkta bir arada, aynı anda, sessiz, savsız ama becerikli, akıllı.- Armağan kol saatini almanız için belirtilen günde, belirtilen yerde bulunmanızı rica ederiz.
Gülderen Bilgili
Kâğıdı okurken ayakta kalmıştı. Kâğıdı masasına bırakıp bir külçe gibi çöktü sandalyeye. Gözleri nemliydi. “Armağan kol saati…” deyip duruyordu içinden. Odadakileri hatırlayınca göz gezdirdi şöyle bir. Hepsi gözlerini kaçırdı. Coşkulu bir şekilde: “Oh be! Sonunda!” deyince hayırlı olsunlar, tebrikler döküldü tek tek. İhsan Bey teşekkür ettikten sonra gülerek: “Kol saati vereceklermiş bana. Kim beni yolcu ederken ağlarsa ona vereceğim, beni çok seviyor diye.” dedi. Herkes hüzünle karışık güldü. Vesile hariç.
Mesai bitimine iki saat kalmıştı. Görmek, vedalaşmak istediği birçok kişi vardı İhsan Bey’in. Paydos etmeye yakın fabrikayı dolaşacaktı. Yavaş yavaş toplanmaya başladı. Çekmecesindeki kalemleri, ataçları, zımbaları -torunu olsa ona götürürdü- arkadaşlarının masalarına dağıttı. Kimseden ses çıkmadı, hepsi başıyla onaylamakla yetindi. Ajandalarını çıkartıp bir koliye koydu. Bazısının gereksiz olduğunu düşünüp geri aldı, kâğıt fabrikasına gönderilmek üzere odanın köşesinde biriktirilen gazetelerin üzerine koydu. Geri dönerken Vesile’yle göz göze geldi. Hafif gülümsedi. Vesile kendini zorlayarak karşılık verdi. Odanın sessizliği İhsan Bey’i rahatsız etti. “İhsan! Çık şu odadan da kasvet dağılsın be adam. Huzursuz ettin insanları!” Gidecek, şu gençlerle vedalaşacaktı.
Teknisyen gençler makinanın başında bir arızayı gidermeye çalışıyordu. İhsan Bey iyi denk geldiğini düşündü. Duygulanmaktan, duygularını belli etmekten korkuyordu. Beton zeminin üzerine konmuş küçük tabureye oturdu sessizce. Onu görmelerini bekledi. Arıza küçük olmalıydı, hemen halloldu. İlk önce Arif fark etti, neşeyle: “Hoş geldin İhsan Baba. Emekli oluyormuşsun bugün.” dedi. İhsan Bey çok şaşırdı, duyulacağını tahmin etmemişti. Önce bol bol dinlenirsin sonra güzel bir yere gidersin tatil yaparsın. Gez, dolaş keyfini çıkar valla oh.” İhsan Bey tebessümle “İnşallah.” demekle yetindi. Ayağa kalktı. “Vedalaşmak için gelmiştim. Allah’a ısmarladık gençler.” dedi. Hepsi tek tek sarılıp iyi dileklerde bulununca ağır adımlarla odadan çıktı. Diğer bölümdekilere sadece kapıdan el sallayarak veda etti.
İhsan Bey çalışma arkadaşlarıyla yaşanacak sahneden korkuyordu asıl. Değişmişti. Ufacık şeye sinirleniyor, ufacık şeyde duygulanıp gözleri doluyordu artık. İyice yaşlanıyordu.
Odanın kapısına yaklaştığında içeridekilerin hararetle bir şeyler konuştuğunu duydu. Ama konuyu anlayamadı. Kulakları eskisi kadar iyi duymuyordu. İçeri girince sus pus oldular. Türkan Hanım, “Herkesle vedalaştınız galiba.” dedi. İhsan Bey başını sallayıp tebessüm etti.
Tarık elinde kocaman bir pastayla kapıda belirdi. Çaycı Hamdi sönmüş bir mumu yakmaya çalışıyordu. Pastayı İhsan Bey’in masasına getirdiler. Hepsi ayağa kalktı. Yan odadakiler de gelmişti. İhsan Bey pastanın üzerindeki notu okudu: “Bizi unutma İhsan Baba.” Artık kendini tutmaktan, sıkmaktan vazgeçmişti. Belki de vazgeçtiğinden değil, daha fazla gücü kalmadığından gözünde biriken yaşları bıraktı. -Bir sabah geç kalmış. Yirmi ikisinde. Kan ter içinde geliyor. İşten çıkarıldığı söylenip gün boyu çalıştırılıyor. Arkadaşları öğle yemeğinden sonra doğum gününü kutlayınca anlıyor şaka olduğunu.- Gömleğinin cebinden mendilini çıkarıp gözlerini silerek “Ne diye zahmet ettiniz arkadaşlar, benim size pasta almam lazımdı.” dedi. Tarık, İhsan Bey’in omzuna dokunup “Bizi ziyarete gelirken pasta getir sen yine de İhsan Baba.” deyince odadaki hüzün dağıldı.
Saat beş olmuştu. Sanki son günü değilmiş gibi yürüyordu iyi akşamlar dilediği insanların yanından. Vesile arkasından seslendi: “Beni bekleyin İhsan Bey.” “Kapıda bekleyecektim zaten.” diye yanıtlıyor İhsan Bey. Canını sıkan bir şey yokmuş da sadece yorgunmuş gibi bir ifadeyle, omuzları düşmüş duruyordu öylece. Vesile, hadi der gibi başını oynatınca yürümeye başladılar. İhsan Bey ağır ağır yürüyordu. Vesile ayak uydurmakta zorlandı bir an. İhsan Bey durumu anlayıp hızlanmaya çalıştı ama nafile. Ayakları gitmiyordu. Ritim tutturmayı başarıp iskeleye vardılar. İhsan Bey soluklanmak için oturmak istedi. Bakındı. Kenardaki beton bile doluydu. Vesile’ye fark ettirmedi. Zaten vapur da yanaşıyordu. Önden binmeye çalışmasalar da üst katta rahatça yer buldular. Onlar için son kez ayrılmış gibiydi. Bu kez de bazı günler olduğu gibi sessizce dertleşeceklerdi. Uzun bir sessizlik.
Vapur iskeleye yanaşınca herkesin inmesini beklediler. İnince birbirlerine baktılar. Vesile yutkundu. Söylemeyi tasarladığı sözlerin tümünü birden unuttu. Gözlerini kaçırdı. Kuşlar geçiyordu yükseklerden.
“İyi akşamlar.” dedi. Ekledi sonra: “Güzel günler! Unutmayın bizi. Arayın sık sık.”
İskelede ayrıldılar.