…
-’Armağan kol saatini almanız için belirtilen günde, belirtilen yerde bulunmanız temennisi ile emeklilik isteğinizi kabul ettiğimizi beyan ediyoruz.’- Bakakalıyor İhsan Bey. Böylesine, kolayca otuz üç yıllık emeğini bir kenara atacaklarını beklemiyordu oysa. Gözleri doluyor. Kirpikleri gözyaşlarını hapsetmek ister gibi büyük bir uğraş sarf ediyor. Nafile. Engel olamıyorlar. Yılların yorgunluğuyla kırışmış gözlerinden bir damla yaş süzülüyor önce. Sonra bir diğeri. Ve bir diğeri. Bir elinde Personel Müdürlüğünden aldığı yanıt, diğer elinde sanki olmasa yere yığılıverecekmiş gibi sıkı sıkıya tutunduğu sandalyenin kulpu.
Arkasını dönüyor kapıya, herkese. Ağladığını kimse görmesin istiyor İhsan Bey. Sahi neydi o söz? Erkekler ağlamaz mıydı?
Düşüncelerine yön vermeye çalışıyor. Nafile. O başka bir şey düşündükçe bir başka anı yerleşiveriyor o yorgun gözlerine. Ve bir gözyaşı daha katılıyor diğerlerinin arasına.
Bitti diyor İhsan Bey, buraya kadarmış. -Ya ne sandın İhsan! ‘Aman İhsan Bey gitmeyin n’olursunuz’ mu diyeceklerdi sanki. Ayaklarına mı kapanacaklardı?
Yıllarını, gençliğini bu işe adadıysan n’olacak. Bir sen mi böyle çalıştın İhsan Bey! Bir sen mi işin için kendinden fedâ etmeye bu kadar razıydın.-
İnsanız sonuçta, diyerek tamamlıyor cümlesini.
Siliyor gözyaşlarını, omuzlarını dikleştiriyor -Ne yapıyorsun İhsan! Yakışıyor mu sana bu hâller! Yıllarını bu işe verdin sen. Son anında pes edip yıkılacak mısın böyle? Yakışır mı bu sana İhsan Bey?- gururla çıkıyor bulunduğu odadan.
Yeniden odasına dönerken iş arkadaşlarının birkaçının kaçamak bakışını seziyor üzerinde. Bir an. Çok kısa bir an. Utanıyor kendinden. -Utanacak ne yaptın ki sen İhsan Bey? Sadece çalışmadın mı sen? Kimin etlisine sütlüsüne karıştın da bu bakışları kendine dert ediniyorsun- Yeni yürüyen bir bebeğin ahengiyle, usulca yöneliyor odasına doğru. Elinde hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu Personel Müdürlüğünden gelen yanıt.
Odasına dönmesiyle beraber, yılların dostu -Dost denir miydi böylesine?- iş arkadaşı olan Fehmi Bey dayanamayıp soruyor sorusunu.
‘Hayırdır İhsan Bey, ne bu elinizi morartacak kadar sağlam tuttuğunuz kâğıt’
‘Yolun sonuna geldim, Fehmi Bey. Rüzgar beni yeni bir sayfaya doğru itekliyor. Gitmemek elde değil. Yaşlandım artık, görüyorsun. Ayrılma zamanım geldi bu gemiden. İşte bu kâğıtta bunları diyor bana. -Git artık İhsan Bey, herkes dört gözle gemiden ayrılmanı bekliyor-’
‘Gemi hâlâ yoluna devam ediyor İhsan Bey. Nedir bu ani emekliliğin sebebi? Sen öyle bırakıp gitmezsin işini. Herkes bunu böyle bilir, böyle kabul eder burada, bilirsin.’
‘Gemi demir alıp gidiyor gitmesine Fehmi Bey lakin ben artık bu gemiye yetişememekteyim. Zamanı geldi emekliliğin.’ Gülümsüyor İhsan Bey. Gülümsemesi gözlerine ulaşamıyor. Biliyor içten içe emekliliği istemediğini.
Mesâi bitimi. Vedalaşıyor herkesle İhsan Bey. Gözleri dolu dolu. Arkasını dönüp çıkıveriyor dışarı. Karşısında tepedeki evlerin camlarından parlayan güneşin son ışıkları. Vesile’yi görüyor sonra. Kısa bir an gülümsüyorlar birbirlerine. Sonra yürüyorlar her zamanki gibi birlikte iskeleye doğru. Tek kelime edemiyorlar bir süre. Sonra her zaman konuştukları konulardan birkaçını konuşmaya başlıyorlar ki iskeleye varıyorlar.
İskelede ayrılıyorlar.
Herhangi bir akşam üstü sanki. Yan yana sıralanmış otobüs duraklarına gün boyu gölge veren ağaçlar, ince esintilerle ürperiyor art arda. Gazeteci çocuklar, balıkçılar, gezici satıcılar hep bir ağızdan akşam üstünü çığrışıyor. Sokak lambalarının durağan beyaz aydınlığı, kül rengine dönüşen gökyüzüne ağacak birazdan.
Kimliğini görevli ere gösteren İhsan Bey vapurdan boşalan kalabalığın biraz açığında duruyor. Vesile'ye kaldırıyor gözlerini. Derin bir soluk alırcasına yapay gülümsüyorlar.
“Eh,” diyor “haydi!”
El sıkışıyorlar. Herhangi bir akşamüstü değil; iş dönüşleri ayrılırken el sıkışmazlardı hiç. Birinden biri yıllık izne çıkacaksa kavuşurdu elleri iskelede. Yoksa el sıkışmazlardı. Söylemeyi tasarladığı sözlerin tümünü birden unutuyor Vesile. Gözlerini kaçırıyor. Kuşlar geçiyor yükseklerden.
“İyi akşamlar.” diyor. Ekliyor sonra: “Güzel günler! Unutmayın bizi. Arayın sık sık.”
İhsan bey gülümseyişini sürdürmeye çalışarak başını sallıyor, bir adım atıyor geriye doğru. Elini selamlarcasına kaldırıyor. “Haydi.” Gülümseme, dudak kenarlarında titremeye dönüşüyor artık.
Vapurun iskeleden ayrılmasıyla İhsan Bey yine düşüncelere dalıveriyor.
Gün bitiyor. Güneşin ölgün ışıkları denizle vedalaşmaya hazırlanırken İhsan Bey’in diline yine o eski şarkı yerleşiyor:
‘’Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?’’
İçinde buruk bir mutluluk ve hüzünle evine doğru yol alıyor İhsan Bey.
Evde geçen birkaç günün ardından İhsan Bey nasıl olduğunu farkına varamadan kendini iskelede buluyor. Gözleri yaşlarla dolan İhsan Bey, artık gidecek bir işi olmadığını anımsayarak buruk bir gülümseme yerleştiriyor yüzüne.
Birçok güzel anı biriktirdiği Eminönü’nde son kez anlamlı bir gezintiye çıkıyor.
Kendini Yeni Camii’nin önünde buluyor önce. Elinde tuttuğu bir paket yemi açıp, özgürce oradan oraya uçuşan güvercinlere atıyor. Sonra Eminönü’nde kısa bir yürüyüşe çıkıyor. Derken, iskeleye geri götürüyor ayakları onu.
İskelenin yanındaki balıkçıları bile özlediğini fark ediyor. Oysa hiç sevmezdi İhsan Bey bu ağır kokuyu. ‘Balık ekmek! Balık ekmek!’
Balıkçıların çağrılarına küçük bir tebessümle bakıyor. Sonra usulca gidiyor içlerinden birinin yanına. Bir balık ekmek alıyor eline. Sahil boyunca yarım ekmeğini yerken güzel günleri anımsayarak yürüyor. Bir an. Sadece o an. Sakin bir hayat. Temiz hava. Kuşlar uçuyor. Gökyüzü berrak. Aslında hiç de boşa geçmemiş olan yaşamının keyfini sürüyor şimdi İhsan Bey.
Sahi neydi emeklilik? Bu kısacık anlardan birisi olabilir miydi?